Kayıtlar

Yazmama'ya Dair - I

Resim
İlk cümle ne olmalı'dan daha mızıkçı bir ilk cümle daha olamaz herhalde. Böylece yazıya başlamış oldum. Ne defter açtım -çünkü artık ellerim nedense pek çabuk yoruluyor-, ne de bir Word dosyası. Doğrudan  hâlâ  var olduğuna şaşırdığım blog'uma yazacağım dedim. Yoksa olmayacak bu iş. Ve inanır mısınız, bir süre düşündüm blog'umun adı neydi diye. Fesleğenci Kız sanıyordum, değilmiş. Bir siteye bıraktığıma emin olduğum bir linkle hatırlayıp girdim. Halbuki blogger'a girmem de yeterliymiş. Neyse. Bu uzun zaman sonra güç bela, başına oturduğum yazımın konusu 'Yazmamak.' Bir süredir düşünüyorum. Eskiden ne yazardım. Mesela yurt gecelerinde, lise öğretmenimizin mezun olurken bize verdiği ufak kitap ışığıyla diğer üç kişiyi rahatsız etmemek için defteri açar bıdı bıdı bir şeyler yazar dururdum. Aniden gelirdi yazasım. Şu an dönüp de bakmıyorum. Herhalde vakti var. Ama o hissi tanıyorum. Aniden kabaran bir dalga. Yazmalıyım hissi. Ve o anın bir aurası var. O an, karanlık

A Walk To Remember

Resim
I am going to start my article by asking you a couple of questions. First of all, what does remembering and forgetting actually mean? What and who do we remember? Why do we forget? And are we sometimes being forced to forget? Keep these questions in mind as you go through this article. Like most people, you and I walk, drive or take a bus to school or work. On our way, we pass by lots of streets, apartments, gardens, and maybe one or two abandoned buildings. But do we ever stop to think about how much we know about these places? Do we know how many stories are hidden within the walls of the decrepit building we pass by every day? Probably not. We might be able to say a one or two sentences, because we learned about it in school, or our relatives mentioned it in one of their conversations. But do we really know what secrets a building holds? To me, every building is a treasure of stories of brave women, of young people with bright ideas, of men with insecurities. We pass by dozens

Kutlukhan Kutlu ile Ziplenmiş H.P Kuşağı

Resim
Seriden sonra birkaç ısınma sorusu; Rowling’in kitabın içine LGBT karakter koymayıp en sonunda “Dumbledore gaydi, bilmiyor musunuz?” minvalinde bir açıklama yapması hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bitmiş bir metne yaratıcısı tarafından sonradan yapılan bu tür eklemeler bana bir okur olarak biraz eğreti gelmiyor değil; yazarın belirtilmesini önemli gördüğü bir bilgi varsa ona metinde yer verse daha iyi olurdu diye düşünürüm genelde… Ama belki de yazar bunu özellikle böyle yapmayı tercih etmiştir, dediğiniz sebeple ya da çok bağlantılı olmayan başka bir sebeple. Ortaklaşa giriştiğiniz bu muazzam çeviriler yaratıcılık hususunda çok övgü aldı. Özellikle biz H.P fanı olmanın yanı sıra birer Kutlukhan Kutlu ve Sevin Okyay fanı olarak da büyüdük ve orijinalleri kadar yaratıcı kelimelerinizin hayranı olduk. Bu kelimelere nasıl karar verdiniz ve favori çeviriniz nedir? Öncelikle, sözleriniz için çok teşekkürler. Çeviride hem bölüm bazında paylaşım yapıyorduk (“bir bölüm sen, bir bölüm be

Barıştık Mı?

Resim
Müzik seversiniz, yeni bir şeylerin arayışındasınız, çok şans vermediğiniz enstrümanlara odaklı isimler arıyorsunuz, hatta diyorsunuz ki bu batı enstrümanlarından -misal TROMPET- Ortadoğu ve Türk makamları büyüsüyle salınsa ortalıkta, nasıl olur? Böyle bir şeyler hayal ediyorsunuz ve karşınızda ta ta ta taam! Barıştık mı, T.E.A.R beliriyor. Barıştık mı, trompet sanatçısı Barış Demirel’in kullandığı mahlas. 2011'de düzenlenen Roxy Müzik Günleri'nde birinci olan Barış, iki şarkılık ilk maxi-single albümünü 2012'de çıkarmıştı. İlk Long Play albüm de bu yıl geldi. İsmi T.E.A.R. Bu isim, albüme katkıda bulunan diğer müzisyenlerin baş harfleri. Albümde bir gözyaşı etkisi de var mıdır bilmem ama bence şarkılar uzay boşluğunda, çiçekli bir çayırda, denizi gören bir tepede salınıverme etkisi yaratıyor. Müzikal açıdan bakacak olursak Barıştık mı, trompet odaklı, çoğunlukla enstrümantal, makamı bol, ortam seslerinden kaçınmayan, caz, ambient, rock, shoegaze ve avangart harmanı b

Ne Godot geçer yoldan, ne bir kimse?

Gelmesi, gelmeyecek olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık. Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri. Beckett'ın 48'de Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye çevirdiği oyun, farklı disiplinler içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım. Vladimir ve Estragon, Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizd

Tarhana Pupa Yelken

“böyle seviyorum işte.” Avucunun içinde, o her zaman güneşe siper eder gibi konuştuğu koyulmuş lekeyi gösteriyor. “bir gün, yankı yanaşırken babam halatı savurdu kıyıya volta için, ben de tuttum ipi, işin içinde elim olsun istedim. Tekne gerileyince ip avuçlarımın içinde hızlıca kaydı, sıkıca tuttum, böyle yandı elim. Yara izlerini severim ben. Bundan –yine gösteriyor- başkasında yok çünkü. Hep doğum lekem olsun isterdim ama artık istemiyorum. Doğuştan sahip olunan şeylerin anısı yok. Zamanla bıkkınlık verebilir. Yara izlerim benim güçlü olduğumu gösteriyor.” Gülüyor utanır gibi görünmeye çalışarak. “ben bi eve uğrayayım, yine gelirim.” “biliyor musun, babamın geleceği günü düşledikçe nefesim kesiliyor. Kitleniyorum o ana. İnanamıyorum gelecek olmasına. Ama gelecek. Emekliye ayrılacak çünkü senelerdir demir yığını gemilerde, yankı’nın kokusunu bile unutmuştur garibim. Öyle güzel ki bunları hayal etmek. Düşünsene, bir gün kapı çalınıyor. Her seferinde babam mı diye koşturmaktan sıkılmı

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

"sana sivrisinekleri neden sevmen gerektiğini söyleyeceğim. Böylece her gün onlarca cinayet işlemene gerek kalmayacak." "mantıklı açıklaması mı olurmuş canım bunun. Kanımı çok seviyor meretler, sana birse bana beş. Hadi söyle bakayım, neyden bu kadar eminsin?" "kanımı taşıyan bir şeyi nasıl sevmezsin?" ... Sinekler, sinekler. Belki yüz tane. Oda küçük, boğucu. Ama sinekler bin tane. O gülüyor. "uçun yavrularım uçun, siz uçtukça ben özgür!" ... " neden korkuyorsun ki şu ağaçlardan, sana ne zarar verebilirler?" Sustum, yuttum. Anlamadılar. Korkular sebepsiz, korkular doğuştan, korkular öteki taraftan. Sustum. ... "- tut elimi, çabuk hızlıca geçelim şunların altından.  hala bitmediler mi?  çok büyükler, çok yüksek. Sen de mi anlamayacaksın yoksa beni? Bari sen anla, korkuyorum işte. Bu yine geçmiş hali, çocukken ince gövdelilerin bile altından geçerken kulaklarımı tıkardım. Sanırım korktuğum şey ses, aniden gelen."