Günce: Hüdayi Yokuşunda Bir Katır
Yükü ağır bir katır gibi yere çökecekmişim gibi geliyor.
Yokuş çıkarken, aniden. Öyle ani olacak ki insanlar, bu katır öyle katır
değildi, diyecekler. Herkes, nihai sonumu bellediğim hareket ile birlikte
zamanla alışacak bu duruma. Bazı katırlarda da bu böyle oluyor, diyecekler.
Bir süredir yokuş çıkıyorum. Oldukça aziz yokuşlar bunlar.
Mistisizmi bol ama ürperti sınırına ulaştırmıyor kimseyi. Azizler çiğ
köftecilerle karşılıklı olunca, insanın şaşırdığı daha çok bu alakasızlık
oluyor, o da işi olup-olmayıp düşünen için. Yokuş çıkıyorum evet. Bu yokuşları
çok aramadım hayır, çünkü bu da soruldu bana. Çeşitli internet mecralarında
evlerin, yokuşların zirvelerinde olduğu yazmıyor. Daha çok, semtin en nezih
mahallesinde, iskeleye beş dakika gibi tanımlamalarla karşılıyor sizi evler. Yanlarında
beliren sayıları şöyle bir tartıyorsunuz cebinizde, ona göre eliniz gidiyor da
basıyorsunuz kliğe. Ben o gün bir de evin tavanında tahta kaplama gördüm, bir
tarafı gittikçe alçalan, çatı katı dedim, bizim kaderimizdir, göbek bağımızın
atıldığıdır. Öyle bastım kliğe. Bir sabah aniden, gözlerimle görüp ayaklarımla
basayım istedim de çıktım iki mahalle ötemdeki yola. O gün bugündür yokuş
çıkıyorum. Rutubetlerden kopup incir ağaçlarına geldim. Pencerem başım
hizasında bile değil ama incir kendini benden sakınmıyor.
Bütün yaz, geçirdiğim son kıştan hep büyük bir acıyla
bahsettim. İbret hikâyesi gibi anlattım insanlara, ne kadar ibret aldılar
bilmem. Bunları anlatışımın keyif verdiği zamanlar, boşluğa ya da bataklığa, ne
dersek o, çekilmediğim zamanlardı. Sanki kıyıya çıkmıştım da nefes nefese
izliyordum olanları. Anlattım ki, kurtulduğumu bileyim. Anlattım ki nefesim
yetsin. O rutubetli evlerde yerlere çöker tavanlara bakar, içime oturan
boşluktan ağlar ağlar, ölümü düşünür, yalnızlığımdan kurtulamazdım. Böyle
deyince ne de hafif kaçıyor değil mi? Hepimiz bunu zaman zaman yaptığımızdan
mı? Yoksa birbirimizin yere çöküşlerini hafife aldığımızdan mı? Yoksa ikisi de
aynı şey mi? O vakitlerde içimi en çok saran bir sığıngacımın olmamasıydı. Güce,
tekillikle varıldığını düşünmüyorum. Sığıngacım yoktu, evet çünkü ya ben çok
hasta ve hastalıklıydım. Ya da sığıngaçlar olmazdı. Sığıngaçlar sen onları
sığıngaç olarak yoluna buyur ettiğinde başka şekillerden devşirirdi kendini.
Senin buyurun onların yollarında tezahür ederdi. Bir çeşit yanılsama olurdu
yani bu, kısmen razı olma, kısmen kendini kandırma. Böyle işlediğine inanırdım.
Fakat en nihayetinde bolca kahır dolu nefesler çektim o kış. Şimdi o kışa, o
parmaklıklı pencerelere iki yokuş ötedeyim. Daha yukarıdan bakıyorum kendi
melankolime.
Şimdi size son bir hafta, yoğunlaştırılmış bir gün boyunca
neler yaptığımı anlatayım. Daha doğrusu kafamda dolanan, kafamı sıkıştıran,
katırı çöküşe inandıranları. Evimde bir İtalyan. Onu tutma, bulma nedenim 3.4’e
ihtiyacım. Öyle ki kendi liramdan çok çektim. Artık o kızdan sadece lira diye
bahsedebilirim herhalde. Kendi liram geldi gitti. Elimde bir şey kalmadı; bir
zamanlar cebimi güzelce doldururken. Malum, insan devletin duvarları arasında
annem babam ayrı, sosyal güvencem yok sohbetiyle oldukça resmi kapı açabiliyor.
Birisi de Vezneciler’di. Evet kendi lirama rest çektim ve 3.4 güzel geldi.
Bundandır ki evimde yine o meret dili konuşuyorum. Öncelikli niteliğim belam
oldu, onu bela saya saya götüme kuyruk yaptım. Şimdi o İtalyan’ın gidişine
birkaç gün kaldı. E tatlı da geldi diyorum ya, tekrardan bir 3.4 ya da hadi 3.0
olsun. Şimdi yazıcılardan çıktı alıyorum “A Penthouse Room in the Center of
Uskudar.” Bir panoya asılmayı bekliyor şimdi çantamda. Aciliyeti, ehemmiyeti
büyük. Yoksa heder olunacak Aziz Hüdayi yokuşlarında.
Çekirdek ailenin gül dökmediği yollarımıza şükürler semaya
ki anneannelerimiz cennetlik nebatlar yağdırdı. Bunu nimet bilip yetinmesi
gereken ben, boyumu bir hayli aşarak o “ismi lazım değil”lik tamlamayla
aksettirilen on bin TL’ye kuşlar gibi konarak döndüm yine İstanbul’a. Bok mu
vardı diyenler oldu. Belki kimse olmamıştır kendi iç sesim ara ara böğürüyor
bana ama henüz boku gördüm mü, yoksa bokun içinde miyim bilmiyorum. Ben ne
zaman boka battım desem, götümü sağlama almış konuşuyor olurum. Şimdi ise kusma
hissim, bayılma eğilimim ve bolca kalp sıkışmam var. Bunlar işin hangi tarafına
düşer, Allah biliyordur elbette.
O on bin TL’ler öyle düz hesap kalmadı tabi. Teyzenin
dövizleri, annenin alın teri ve şahsımın bol bonuslu kredi kartından küçük
buseler alındı. O zıkkım kadar olan iki bin TL dahi beni her ay kalp çarpıntılarıyla
karşılıyor. Alışmam gerekirken, ah çekiyorum kocccca bir tane.
E gidişat böyle olunca kendi TL kapılarımı bir yerlere
dikmem gerekirdi. (Bakın kapıyı ben dikiyorum, açtım mı orada bir kaynak
olmalı.) Havalı centerlardan, TV ve Radyo alıcılarından, yüzü dillere destan
simalardan, konuklardan, bülten toplantılarından sıyrılıp gelince insan kendini
3 – 5 ay dinlendirebilme lüksü olduğunu sanıyor. Siz o 3’ü 5’e katın, ben de
birkaç daha ekleyeyim. Bana hiçbir kapı açılmadı. Avuntu çoktu olmasına, ah bendeki
o kavrayış o yetenek, e ama kadro? E mmm ama patron istemiyormuş, küçülmeymiş,
dur bakalım’mış. Ama ben hep uğramalıymışım. E uğrarız, senede bir bu gücü
kendimde bulurum elbet. 3 aylığına cirit attığım koridorlarda, ah şuna
rastlamasam bari, diye usulca yürüdüğüm yerlere girme gücünü.
Kapıları en son en kutsal mesleğin alanına dikelim dedik. O
kutsal meslek de tarafımdan hep ötelendi yıllar yılı. Hem nitelik bela gibiydi,
hem haşin İrem tahtalarda olmuyor, olmuyordu. Bunu 17 sene evvel evimin buğulu
camlarına 2+2 yazıp çocukların kıçını çimdirirken bellemiştim. Farklısı
olmazdı. 3 haftalık tecrübemde kimsenin kıçını çimdirmedim ama ölüyorum
matmazellerle sevgilimin, teyzemin, yoluma denk gelen birçok kişinin ayak
sevmem ama kollarına kapandım. Evet 3 haftalık bir tecrübem oldu. Bugünden tam
3 hafta önce ilk A1 sınıfımı aldım SEYAHAT ET VE –KÖPEK GİBİ- ÇALIŞ sloganıyla
bizi yoluna buyur eden o okyanus aşırının okulundan. Aklımın bir köşesinde de
larva gibi kımıldayan SEYAHAT EDİP ÇALIŞMAK var. Şimdilik öte dursun.
3 haftanın ardından ben PES ETTİM. İlk defa. Pes ettiğim gün
elime 4 sınıf tıkıştırılmaya çalışılmıştı. Ben korktukça, kalbim bakın pat küt
çarpıyor yavaş olun dedikçe sen yaparsın deniyordu. Bugün Ataşehir’lerde “siz
öğretmen adayları!” diye hitap edilen eğitimlerde koltuk üstünde otururken “ben
neredeyim, ben kendimi buralara nasıl sürükledim” diye içime içime öğürüyordum.
O gün dershane’ye tam vaktinde gelmiş, beni çağıran Müdür tarafından yarım saat
bekletilmiş, öğretmenler odasında, buranın tek enayisi ben miyim, diye
söyleniyordum. 3 Yıl önce YGS sabahı el alem kucağına broşür bırakma ısrarımla
örtüşürdü bu.
Ve evet, ilk çay molasında sigaramı yere attığım gibi dönen
başım ve bulanan midemle bir dakika gelir misin, dedim müdüre ve pes dedim. Pas
dedim. Yerime birini bulurumculuk dahi yaptım ve boş akbilimin iç kavurucu
sesine inat beleş bir şekilde Kadıköy’e ulaştım. Yolumu nereye düşürsem derken
ona yön aldım. Umutoğlanı korkutarak onlara gittim. Kendimi kıta arası, raylar
raylar üstüne savurdum da omuzlarına vardım. Tekilliğin gücüne inanmıyorum.
Geçen seneden farkım adı güzel olan çocuk. Bunun karşısına yalnızlığın
geçebileceğine inanmayışımı da sapasağlam dikerim. O bana ne oldu diye sorup
kollarımdaki yumuşakları okşarken, ben ona kavrulan içimi tekrarlayamıyorum.
Ama bunlar dert değil. Dert, yokuşlarda hakiki bir yalnızlık hali içinde 3
gündür su değdiremediğim saçlarımın tuzlu kokusunun burnuma burnuma gelmesiyle
birlikte serçe yüreğimi göğsümden fırlatacak olan mefhum. Ve tabi ki yukarıda
bahsettiğim tonlarca şey.
Şimdi yeniliğin içindeyim. Bu sefer çirkin havuzlarına ve
banklarına müstesna methiyeler düzeceğim, fakir fukarayla, teni dudağı kavruk
adamlarla yerlere çöküp günü akşam edene kadar her şeyden ama her şeyden
yakınacağım bir okulda değilim. Şimdi yayın araçları, kocccca çimlerinde armut
koltukları, restoranları olan bir okulun maddiyat ve kaygı kelimeleriyle zihinleri hiç kurcuklanmamış çok güzel kızları ve yakışıklı oğlanlarıyla bezenmiş
fiyakalı kampüsünde köpeklerden kaçıyorum. Ve becerebilirsem bir de her hafta
paper yazacağım.
Kendimi ittiğim, tuttuğum ve bulduğum yerler var. İlki beni
çığrımdan çıkarıyor. İleride ya kanser ya da konser ile doğrudan ilgim olacak.
İkincisi çoğunlukla kendime yakıştırdığım veya kendimi yere yere yaklaştırdığım
profilimle ilgili; benim güvenli, temiz, parlak ve karizmatik alanım. Sonuncusu
ah çeken kadınları, rutubeti, kavgayla kalkılan yatağı bol yerler oluyor.
Allah’tan oturduğum yere çakılmayı da oturduğum yerden hışımla kalkmayı da biliyorum.
Bazen de evlerin hiç ayak basmadığım bir köşesine gidip yere çömeliyor ve eve
bir de oradan bakıyorum. Yıllardan beri. Küvetlerden benim olan ardiyelere
terfi ettim.
Onlar bunlar gelmiş geçmiş, yaşanmış dert edilmişken, bir de
bunları da ekleyelim istiyorum. Bunlar unutulmasın istiyorum, eğer ki bir “hey
gidi” ile değecekse başımız yumuşak yastıklara, hakkı verilmiş olsun da
gelinsin o günlere. Loş ışıkların huzurunu biz gençliğimizi yaşarken tadamadık,
diyelim. Diyelim de ibret olsun el aleme, kiiiiim takacaksa. Yokuşlarda
yürürken derdimiz kafamızı larva gibi kurcuklamasın diye nefes nefese kaldım
bari nefes oyunu oynayayım diyorsam eğer, bana bir “hey gidi heey” borcu olsun
dünyanın. Herkesin unuttuğunu bir ben hatırlıyorum, gibi geliyor. Öyle geliyor.
Geyiği bol Uludağ’a selam olsun. Böylenin içine doğduk, böyle yoğrulduk. E
alışmadık nebat çiğ tutmuyor.
Bir sene vardı ki ben üç cümlenin ardına bir cümle daha
takamadım. Onun da yarası büyükçeydi. Şimdi sesimi soluğumu duydum, hoş geldin
Kulaber dedim kendime türlü türlü seslerle. Şimdi yükü ağır bir katır gibi mi,
yoksa yükünü yolda bırakan bir katır gibi mi çıkıyor sesim tam kestiremiyorum.
Ses, ilerledikçe değişiyor ama o muhakkak. Çarpa çarpa, eksile eksile. Bu
aktarımın sonunda umut mu seziliyor sizce? Ben ikinci defa okumadan yolunuza
koyuyorum bunu, ben ne demişim, sizde nasıl tezahür etti bir kapımı tıklatın.
Göreyim gidişat neymiş, katır ne haldeymiş. Katır demişken dayımın oyunuyla
bitireyim. Burnumu tıkar eşeği suladın mı, derdi. Suladım derdim. Sıcak mı,
soğuk mu derdi. Sıcaksa yandın, soğuksa dondun. Ilığı akıl edebildinse burnunun
vaziyeti dayının vicdanına bağlı. Kulaklarından havaya kaldırılan ve korku
içinde ağlarken kafasına muhabbet kuşu salınan bir çocuktum, yani o eşek beni
hiç mi hiç güldüremedi.
Yorumlar
Yorum Gönder