Bir GSA Röportajı
3 Ağustos 2014
Karaköy
Mai, Toz ve Toz ve Seni Görmem İmkânsız isimli 3 başka grup. O zaman
popülerlikten kaçıyor muydun, GSA’nın solo kariyerinde adını böyle
duyurabilmesinin sebebi nedir?
Bandrollü bir albüm yayınlamanın ve onu türlü mecralarda
insanlarla paylaşmanın getirdiği bir şeyler vardır belki ama hiçbir zaman
popülerlikten kaçmak ya da oraya koşmak gibi bir amacımız ve stratejimiz
olmadı. Biz her zaman hayalimizdeki müziği yapıp insanlara ulaştırmanın
derdindeydik ve on yıl boyunca farklı gruplarla müzik yapıp hiçbiriyle albüm
yayınlamadık. Tabi ev uğraşımı bir takım demolarımız, kayıtlarımız oldu. Ama devlet
nezdinde bir şey yapmadık, istemedik. Çünkü müziğin pişmesi ve onun kitlelerle
buluşması için bir şekilde emin olmak gerekiyor, o başka bir kulvar. Sektöre
girme kafası hiçbir zaman bizde uyanmamıştı. GSA'nın ismiyle bir albüm çıkarmak
aslında bir nevi plak basmayı istemek ve bunu büyük kitlelerle buluşturmak için
yapmamız gereken bir şeydi. Dolayısıyla aslında aradaki tek fark prosedüre
uymak oldu.
Yeni albümdeki parçalar arasında “Çok Mutlusun” Seni Görmem
İmkansız; “Develerle Yaşıyorum” da Toz ve Toz döneminden. O zaman daha
saykodelik düzenlemelerle söylüyormuşsunuz şarkıları. Albümse daha alaturka bir
altyapıda, bu değişim nasıl oldu?
Aslında baktığın zaman hem Mai döneminde hem eski gruplarla
yaptığımız müziklerde benzer yaklaşımlar var, bu albümde devrimsel bir fark yok.
Diğer işlerde de diğer gruplarda da aynı nağmeli vokaller, ağdalı bir takım
sözler, yine saykodelikten, klasik türk müziğinden, türk halk müziğinden, sörften
bir sürü başka alt kültürden beslenen öğeler var. Fakat bu albümde bunların
hepsini çok daha kompakt ve bir arada görüyoruz. Belki bu yüzden dikkati
çekiyordur. Ben bu albümü yaparken de daha önce müzik yaparken de hiçbir zaman,
şu şu şeylerin karışımı olsun ve şu şu içinde olsun gibi bir formülle yola
çıkmadım. Hep içimden geleni yaptım. Keza birlikte müzik yaptığımız insanlar da
grup arkadaşlarım da fikir danışıp stüdyoda birlikte müzik yaptığımızda ortaya
çıkan şeyleri kullandılar. Herhangi bir form ve janrdan yola çıkan işler yapmadı.
Dolayısıyla var olan bir şeyin devamını büyümüş ve gelişmiş bir halini
izliyoruz şu an.
Müziğin yanı sıra bir de resim var hayatında. Disiplinler arası çalışmanın
birbirine nasıl bir katkısı oluyor?
Renklerin sesini, seslerin kokusunu, kokuların biçimini hissetmek gibi
bir durumum var sanırım alt bilincimde. Bunun psikolojideki ismi “sinestezi.”
Yani bunlar çok içgüdüsel şeyler, hiçbiri bilinçli ve kasıtlı olarak yola
çıkılarak yapılmış şeyler değil. Hayatımın her döneminde beni bütün ve rahat
hissettirecek şeylerin peşinden koşuyorum. Bu müzik olabilir, desen olabilir,
saatlerce uyumak olabilir, türk kahvesi içip gökyüzüne bakmak olabilir. Bunlar
peşinden koştuğum heyecanlar. Dolayısıyla burada profesyonellik, onun peşinden
koşarken etrafı düşünmek ya da onun nereye varacağını hayal etmek, planlamak
gibi şeyler söz konusu değil. O anda ne içimden geliyorsa onu yapıyorum. O yüzden
birbirini nasıl dönüştürüyor, etkiliyor, onun cevabı bende yok. Ben nasıl
etkileniyorum ve etkilendiğim şeyi nasıl dönüştürüyorum, sanırım olay bu.
6:45’in Howl sergisinde sen de yer aldın. Bahseder misin?
Allen Ginsberg’ün muhteşem eseri Howl, Beat Kuşağının verdiği en
önemli işlerden biri. 6 45 de o anlamda çok iyi kitaplar basan, çok sevdiğim
dostlarımın yayınevi. Matbaada bir hata oluyor ve bazı kapaklar boş basılıyor.
Napalım derken, dâhiyane bir fikir geliyor akıllarına. Bunları, 27 tane
sanatçıya verelim ve her biri bu kapakları ya da kitabı modifiye edip istedikleri
gibi dönüştürsünler diyorlar. Birini de bana verdiler, ben de kafama göre bir
şeyler yaptım. Ayın 9'unda bir açılış var. Bugün de hatta gidip onun
yerleştirmesini yaptık. Çok parlak işler var, görmelerini tavsiye ederim. Hem
sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Herkesin özgürlüklerinin biraz daha
kısıtlandığı baskılandığı bir dönemde Howl gibi çok iddialı bir edebi metnin
bundan yıllar sonra Türkiye, İstanbul gibi bir coğrafyada bir sanat eseri,
koleksiyonuna dönüşmesi çok iyi bir fikir.
Bu muazzam ötekileştirme çağında bir de kendilerini toplum
düşmanlığına zorlayan ve toplumda ayrıksı bir yer edinmeye çalıştıkça kendi komünleri
içerisinde gittikçe tek tipleşenler var. Bu durum hakkında ne düşünüyorsun?
Sosyolojik olarak “alt kültür” diye bir kavram var; insanların
bir araya gelip bazı kültürel kodları kendi kodları haline dönüştürmesi ve
onları sahiplenerek o çerçevede yaşaması hali. Aslında bu sadece şu an için
burada, bu yüzyılda, bu coğrafyada yaşanan bir şey değil. Bundan 50 sene önce
de 200 sene önce de bu vardı. 3 kişinin yan yana gelip biz ve diğerleri demesi
sıradan bir şey. Bunda çok eleştirilecek bir taraf görmüyorum ben. İnsanların
bir araya gelip bazı kültürel kodları kendi kodları haline dönüştürmesi ve
onların etrafında bir şeyler yaratması zararlı değil aksine doğru anlaşılırsa
faydalı bir şey. Ben kendimi, bu tür etiketlerin yani tam olarak bahsettiğin
şeyin yanında duran bir yerde konumlandırıyorum. Zaten sen bu cümleyi kurduğun
anda, onun içini boşaltmış oluyorsun. Dolayısıyla insanların bir arada
takılması, benzer müzikler paylaşması, benzer kültürel mekânları ya da işte,
kodları dönüştürmesi bu tuhaf bir durum değil. Ben seninle yan yana gelip bize bir
isim koyuyorsam ve işin içine bir fikir ekiyorsam sembollere ihtiyacım var ve
bunları kullanmakta ben bir beis görmüyorum.
Şiirle aran
nasıl?
Şiir severim, küçüklüğümden beri çok yakın hissettiğim bir alan. Şimdi
sen sorduğun zaman bir takım anılar geliyor aklıma. 5 yaşında Can Yücel’le
tanıştığım zamanı hatırlıyorum. Çok küçüklüğümden beri hep şiir yazardım. Bir defterim
vardı. Onun içinde bir sürü travmatik cümleler hatırlıyorum, hatta böyle
psikanaliz yaptığınızda garip yerlere gidebilirler. Şiir sanırım kelimenin ya
da aklın en rafine hali. Doğru ve etkili kullanıldığı zaman bir atom bombası
etkisi yaratabilecek kadar güçlü bir şey olduğunu düşünüyorum. O yüzden
herhalde şiir hep hayatımda olacak. Zaten şarkı formatına dönüşmesi için de
şiirlere ihtiyaç var.
Son zamanlarda plağa bir dönüş görüyoruz. Develerle Yaşıyorum da
plağa basıldı. Bunu da “Müzik Marketlerde Yok” diye sürekli belirtiyorsun
sosyal medyada. Ne düşünüyorsun bu konuda?
Plak müziğin kaydedildiği ana en yakın format. Çünkü hem müzikalite
olarak, hem de biçim olarak müziğin en az sıkıştırıldığı versiyon. Dolayısıyla
plağı pikaba koyduğun zaman oradaki dokular bile fark etmeden binbir başka
etkileşim yaratıyor. Albümün plak olarak yayınlanması beni ekstra mutlu etti.
Çünkü şarkıları mp3 gibi kuşa çevrilmiş bir formatta dinlemek yerine daha
konforlu bir şekilde dinleyebilme yolunun olması büyük bir lüks. E herkes
konsere gelemeyebilir, başka ülkelerde yaşayan insanlar ya da farklı şehirlerde
olanlar. Tabi bir de plak başka bir kültür. Yani yıllarca, müzikler plaktan
dinlendi sonra bir takım dramatik değişiklikler oldu ve plak bir anda rafa
kaldırıldı. Şimdi bir pazarına geri dönüş dünyası. Çünkü müziği oradan
dinlemenin bambaşka bir şey olduğunu özellikle genç insanlar yeni yeni fark
ediyor. Ben bundan beş on sene sonra pek çok albümün plak olarak basılacağını
tahmin ediyorum. Çok da güzel olur tabi, müziği o haliyle dinlemek hepimize çok
iyi gelecektir diye düşünüyorum.
“Pink Floyd’un Dediği Gibi” albümde olmayan bir şarkı. Nereden
esti?
Benim öyle garip komik şarkılarım vardır normalde kimseye çalmadığım
ve söylemediğim. Bir gün stüdyoda takılırken çaldıkları şeyin üstüne onu
söylemeye başladım. Çok eğlendik, çok güldük ondan sonra e hadi onu da kaydedelim
dedik. Olay bundan ibaret. Aşırı ciddiye alanlar, Pink Floyd’a saygısızlık
diyenler oldu, komik komik yerlere gitti. İyi de oldu çünkü böyle tutucu ve
kapalı kafalara böyle bir tokat gibi geldi. Her şeyin altında yeni bir anlam
bulmak zorunda da değiliz. Bazı şeyler sadece eğlenmek için vardır. Bu da
onlardan biri.
Albümün Spotify üzerinden de dinlemeye açık. Eskiden müziğe anında ulaşmak
kolay değildi, bu hızlı ulaşım tüketimin de hızlı olmasını mı sağlıyor? Eserin
niteliğini etkiliyor mu sence?
Tam tersi müziğin kalitesini yükseltir bence. Çünkü bir şeye ne
kadar kolay ulaşırsan insanların o konuda eşitlenme ihtimali artıyor, ben sen
ya da herhangi başka interneti olan biri evde yaptığı bir şeyi internete
yükleyebiliyorsa ve şanslarımız eşitse bundan daha iyi bir şey olamaz herhalde.
Bir tarafta bundan 30 - 40 sene önce insanlar müziklerini duyurabilmek için bir
sürü farklı yola başvurdular. İşte bu Unkapanı mevzusunu hatırlıyorlardır
yaşları biraz büyük olanlar. Şimdi olaylar değişti tabi, herkes kendi kaydını yayınlayabiliyor.
Bir yandan çok fazla vasat iş de ortaya çıkıyor ama bunun kararını verecek olan
bir merci olmamalı. Bunun kararını insanlar, bireysel ve toplumsal olarak
verebilirler. Böyle kapitalist bir düzende mikro komünist bir düzen söz konusu.
Herkesin eşit derecede şansı olduğu bir platform internet. Herkesin kendi
tasarrufuna kalmış yayınlanan işin ne kadar iyi ve kötü olduğu. Müzikaliteyi
yükseltecek olan şey platformlar değil işin niteliğidir. Şu an oraya doğru
gidiyoruz.
Bir röportajında “Nefes alan herkes, varoluştan kendi bakışından bir şeyler
anlatabilecek güce sahip.” demişsin. Bu ifade gücü ne zaman sanat olarak
nitelendirilebilir?
Bunu az önce de konuştuk seninle, yüzyıllardır sanat felsefesinin
ve sanat tarihinin cevabını bulamadığı bir soru bu. Yani sanat nedir, ne sanat
kapsamına girer, ne girmez. Yine bunun kararını verecek olan bireylerdir. Bunun
ekstra bir tanımı hiç olamayacak. Sanatın güzel tarafı da bu, onu tanımlayacak
bir şeyler olmaması, onun tanımsızlığını ve sonsuzluğunu yaratan şey. O yüzden
ben akademik eğitim almış sanatçıların işlerindense, çocukların, akıl
hastalarının, sanat eğitimi almamış insanların ya da yıllarca ben sanat yapamam
ki diyen insanların ürettiği şeyleri çoğu kez çok daha fazla çekici buluyorum. Çünkü
o artık çok daha duyusal, çok daha arkeolojik bir durum oluyor. Dolayısıyla bu
türlüsü beni daha çok ilgilendiriyor. Ama bunun kararını verecek olan ben
değilim bunun kararını zaman verir, bireyler verir ya da yapan kişi verir yani.
Sence sanatın elitist bir tavrı var mı?
Sanatın değil de sanat sektörünün elitist bir tavrı var. Bunu sektöre
dönüştürdüğünüz anda sanat artık paranın içine girdiği bir hale bürünüyor ve bir
şeyin alınıp satılabilir olması itibariyle elitizm başlıyor. Bir takım sanat
eserleri daha kıymetli olurken bir takım eserler de kıymetsiz bir duruma
düşüyor. Dediğim gibi yani dünyanın şu an en pahalı sanatçısının yaptığı işler
beni hiç ilgilendirmiyor, herifin işlerine baktığım zaman da sadece dolarlar ve
eurolar görüyorum. İşte bu bence cevap.
Geldik nokta atışı sorulara.
Tutunacak bir şeyler olmalı mı?
Olmalı mı olmamalı mı… Bilmiyorum, belki de olmamalı. Boşlukta yüzmek
gerek belki.
Huzur dediğin yer:
Uzay.
Şu evrende dünyanın etrafında döndüğü tek bir şey varsa o nedir:
Sonsuzluk.
Açıp açıp okuduğun bir kitap ve sürekli kafandan geçen bir söz:
Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak. Kafamdan hep geçen ise, Picasso’nun
“Ben aramam, bulurum”u.
Dönüp dönüp izlediğin film:
Venedikte Ölüm ve Waking Life.
Çooook uzun vadede planlar:
Bundan bir buçuk sene önce uzaya gitme planı koyduk kendimize. Aslında
bütün bu uzay muhabbetleri, şarkıları, türküleri, şiirleri bir noktada oradan
çıkıyor. Belki otuz kırk sene sonra gideriz. Onun dışında da daha çok müzik
daha iyi klipler yapmak, dünyanın dört bir köşesinde çalmak… Ve tabi bir takım
gizli planlarımız var.
Ve son soru gelmiş geçmiş tüm müzisyenlerden bir grup
oluştursan kimi, nereye koyardın?
Vokalde Lydia Lunch ve Grace Jones duosu. İki kadın ve ikisi de efsane,
benim hayatımı etkileyen kadınlar. Davulda Motörhead’den Mikkey Dee. Gitarda, sörfte
bir dünya markası olan Dick Dale. Saksafonda Morpine’den Dana Colley. Bir de şair koyacağım işin içine, William Burroughs diyor ve sevgilerimi
sunuyorum.
-Röportaj, bendeniz İrem Kulaber.-
-Röportaj, bendeniz İrem Kulaber.-
Yorumlar
Yorum Gönder