Yazmama'ya Dair - I


İlk cümle ne olmalı'dan daha mızıkçı bir ilk cümle daha olamaz herhalde.

Böylece yazıya başlamış oldum. Ne defter açtım -çünkü artık ellerim nedense pek çabuk yoruluyor-, ne de bir Word dosyası. Doğrudan hâlâ var olduğuna şaşırdığım blog'uma yazacağım dedim. Yoksa olmayacak bu iş. Ve inanır mısınız, bir süre düşündüm blog'umun adı neydi diye. Fesleğenci Kız sanıyordum, değilmiş. Bir siteye bıraktığıma emin olduğum bir linkle hatırlayıp girdim. Halbuki blogger'a girmem de yeterliymiş. Neyse. Bu uzun zaman sonra güç bela, başına oturduğum yazımın konusu 'Yazmamak.'

Bir süredir düşünüyorum. Eskiden ne yazardım. Mesela yurt gecelerinde, lise öğretmenimizin mezun olurken bize verdiği ufak kitap ışığıyla diğer üç kişiyi rahatsız etmemek için defteri açar bıdı bıdı bir şeyler yazar dururdum. Aniden gelirdi yazasım. Şu an dönüp de bakmıyorum. Herhalde vakti var. Ama o hissi tanıyorum. Aniden kabaran bir dalga. Yazmalıyım hissi. Ve o anın bir aurası var. O an, karanlık, loş ortamları sever. Cızırdayan yürek sever. Korkular, gençlik ve ağlamaklı cümleler sever. Ama heyecanlı ve hayret doludur da. Oradan buradan araklar ve/ya esinlenir. Uzadıkça uzar. Durduramazsın. Gece üçte paylaşma heyecanı gelir. Bittiğinde vakit, sınır tanımaz. İlle de yollarsın. Beklersin tepkiyi. 

Değirmenlikızık'ta köy evinde çınarın gölgeleri sarı sokak lambasıyla düşer iki katlı köy evimize. Onun alçak penceresinin önünde oturur yazarım. Yer yatağında anneannem, teyzem, kuzenlerim uyur. Ben yine bırı bırı yazarım. Karanlıkta oturup çok düşünürdüm eskiden. Şimdi pek öyle şeylerim yok. Galiba artık karanlıklar çok gerçek geliyor. 

Otobüslerde bir şeyler karalardım. En sevdiğimdi otobüs yolculukları. Uçaklardan önce. Çok çok önce, her yere otobüsle gitmek zorunda olduğumuz bir dönem vardı. Ankara İstanbul hızlı treni yok, Bursa feribotları henüz açılmamıştı. Gece yolculuklarını seçerdim. Otobüsün loş ışıkları açılınca, kablolu kulaklığımın güçsüz sesi ve korsan yollarla indirilmiş MP3'lere denk gelen hata paylarıyla birlikte küçük not defterime bızır bızır yazardım. Pencere yansımasından kendime bol bol bakmalı, sarı ışığın senkron bir şekilde azalıp büyüyen yansımasıyla, kötü bir elyazıyla geçerdi deftere bu yazılar. Pek bir anlamı olmazdı ama bol fikir, ileride öykülerde kullanmalı bol cümle doğardı.

Daha birçok alt türü vardı bu yazmaların. 2010'ların ortasına geldiğim zaman sanki bir kabızlık hissi gelir gibi yazıya çıkamamaya başladım. Bu eyleme fazlasıyla alıştığımdan kendimi zorluyor, fakat defterin başından hep hüsranla kalkıyordum. 2015'in başlarında bu kabızlıklarla dolu bir ara dönemim oldu. Çocukken anne babasıyla iletişim kurabilmenin tek yöntemi olarak onlara sürekli mektup yazan bir kız, biraz daha büyüdüğünde arkadaşlarıyla o derin bağı kurabilmenin bir yolu olarak yazıya tutunmuştu, lise çağında öyküyle tanıştı ve okul dergilerinde heyecanı kabardı, ilk defa alkışlandı, üniversitede edebiyat okumaya karar verdi ve dergiler, fanzinlerle haşır neşir oldu. İlk defa ödül aldı, övgü aldı. Hayali de buydu, sandı ki hayatı boyunca yazarak, bir takım içerikler üreterek yaşayacak bu hayatı. Kültür sanatla olan finansal bağı da sahip olduğu işi kaybedince kopunca, yazıyla ilişkisi seyreldi. Üzerine kendisini ilk defa huzurlu ve güvende hissettiği sağlıklı bir ilişki yaşamaya başlayınca, eli kaleme gitmemeye başladı. Kendime, 'belki de ben hayatımı yazarak ilerletmeyeceğim' alanını açtıktan sonra çok büyük bir ferahlama yaşadım. Yazmayı, zorunda olmadığım bir eylem olarak kabul edip kendimi saldım. Özgürleştim. Fakat bu sadığı olduğum eylemi bıraktığım zaman, hayatımı bambaşka bir alana yöneltmem gerekti. 

Şimdi, beni manevi olarak asla tatmin etmediğim bir iş yapıyorum. Dünyanın en büyük şirketinde, dünyaya en çok zararı veren şirketin birinde kendi hikayemi yazmaya çalışıyorum. Bir beyaz yakalı oldum. Terfi, proje yönetimi, agile, six sigma gibi kavramlar lügatıma girdi. Burada, artı eksi dengesi yapmaya çalışıyorum. Eh, beni yazmak kadar mutlu eden bir diğer şey olan, 'farklı yerlerde yaşama/gezme/görme/deneyimleme' ile haşır neşir oluyorum. 

Hâlâ bir defterim var. Defter tutmayı hiç bırakmadım. Aktif olarak 2008 yılından beri tuttuğum defterlerim var. İleride neyi unutmamak ya da unutmak istiyorsam oraya yazıyorum. O yıl içinde neler umuyorum, nelerden korkuyorum yazıyorum. Sonra dönüp dönüp o güne denk düşen günleri okuyorum. Acaba herhangi bir 1 Ağustos'ta ne yazmışım, 2022'in aynı gününde babamı kaybedeceğim sayfalara önceden üflenmiş midir, diye. 

Yazmamak bir noktadan sonra benim tercihim oldu. Çünkü o aniden gelen kabarma ve bir şeyler yazma hissi arada da olsa geldi. Fakat ben ne hissettim biliyor musunuz? Üşendim. Evet, kalem tutmaya üşendim. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi zaten güçsüz olan ellerim artık çok çabuk yoruluyor. Ve iyisi mi? Kalem tutmayı unutmuşum. Orta parmağımdaki kalem nasırı hâlâ duruyor ama ben resmen kalemi nasıl tutacağımı unutmuşum. Kalemi öyle bir sıkıyorum ki ellerim çok acıyor. Bilgisayarda yazmak ise ayrı bir çile. Çünkü artık hayatımı ekran başında 8 saat durmaksızın çalışarak kazanıyorum. Göz altlarım mosmor, gözlerim kırmızı ve kuru, başım sürekli ağrıyor, UV gözlükle ne kadar kendimi koruyorum, bilmiyorum. Hal böyleyken boş vaktimde de ekrana bakmak asla istemiyorum. Ekran süremi azaltıp kendime yeni hobiler arıyorum sürekli. Şu ana kadar yağlı boya, örgü, tarot aklıma gelen, denediklerim. Hiçbirinden uzun uzadıya bağlanacak bir keyif almadım. Bunun yerine, özellikle pandemi sonrası hayatımıza giren online eğitimlerle haşır neşir oldum! Ha ha. Ne büyük oksimoron. Lazca kursu, Yazarlık Atölyesi, Tarot atölyesi... Ben de bunları seviyorum ne yapayım. 

Ekran süresi sadece bilgisayarla ilgili değil elbet. Telefon- beni- mahvetti. Telefona bağlı olmaktan hiç hoşlanmıyorum. Bu konuda bir +50 tekno kötümseri gibiyim. Ergen mastürbasyonu utancı gibi tabii bu. Yapıyorum ama pişman oluyorum. Telefonların gittikçe harika aletler haline gelmeleri, bir zamanlar onlar hakkında çokça kullandığımız 'kasmak' fiilinden, 'yavaş' sıfatından bu kadar uzaklaşmaları, OnePlus'ımın elimde bir yağ gibi kaymasına, beni scroll delisi yapmasına, galerimde saatlerce eski fotoğraflarla boğuşmamama ve bilimum şeye sebep oluyor. Kaldı ki sadece boş vakit değil, hayatımızı idame ettirmek için gerekli birçok önemli mevzunun da oradan 'kolaylıkla' dönebilmesi beni iyice deli ediyor. Elbette bunlara müteşekkirim. Bu teknoloji olmadan hayatlarımızı nasıl yaşıyormuşuz (en azından üst jenerasyonlar) hayret ediyorum ama ben şu sıralar sıkça, 'keşke hayatımı bilgisayar odaklı kazanmasam' diye düşünüyorum. 

Bu noktada da kendimi sık sık yola yazmak konusunda ya da en azından kültür sanat dünyasından çıkmamak konusunda devam edenleri düşünürken buluyorum. Dönemdaşım, yola birlikte başladığım, yolda tanıştığım birçok arkadaşım yazar oldu! Romanı olan, öykü kitabı olan birçok arkadaşım var. Editör, podcast yayıncısı, yayınevi sahibi, ajans sahibi... Onlar adına son derece mutluyum. Bu cümleleri haset sularından kurmuyorum. Sadece kendi hikayeme dair bir burukluk hissediyorum. 2014 yılında NTV Radyo'da geçici kadrom 'yukarıdan bir müdür'ün keyfi emriyle yenilenmediğinde bana teklif edilen 'sözleşmeli çalışan' olma teklifini reddetmeseydim, şu an ne yapıyor olurdum? Nasıl hissederdim? Yüz binlerce yazarın, mutlaka her gün az da olsa üç beş şey karala, tavsiyesine uyarak 2015 yılında yazmamayı bir seçenek olarak tutmasaydım? 

2019 yılında başvurduğum dört şirketten ikisi mülakat sonucunda bana olumsuz dönüş yaptı. T24 bunlardan biriydi. Şimdi çalıştığım şirket ise olumlu dönen taraf. Ya bu taraflar farklı cevaplar vermiş olsaydı?

Sabrı, çok takdir ediyorum. Ama ben sabırsız biriyim. Şu an bulunduğum yere dair sorularımı, ileride bu yerin benim yoluma çıkardığı başka yerler aklayacak. Aklayacak dediğime bakmayın, öyle pişmanlık kuyularında çırpınmıyorum. Fakat merağım, 'What if' sorularım son bir yıldır kafamda çok dönüyor. 

Evet. 

Sanırım uzun zaman sonra yazdığım bu yazıyı burada bitiyorum. Bu yazı bana uzun zamandır eksikliğini çektiğim bir şey hissettirdi. Anlık tamamlanmışlık. Şükür. Şükür ki bunu hissedebildim. Dile, kelimelere şükür. 

Ara ara hislerimi, düşüncelerimi bu blogta yazmak niyetindeyim. Okunması gayesiyle yazmaktan çok, kendime dair, tanıdık sularda kayığa çıkmak bu. Bu yabancı diyarlarda, bir tutam daha az yalnız hissedebilmek ve de belki 30 yaşına girmiş biri olarak diğer arkadaşlarımın da benimle kıyısından köşesinden aynı sorgulamaları yaptığına dair bir kesişme belki? Eğer okursanız lütfen bana bir dokunun. Bir yorum, bir mesaj bırakın. Çok mutlu olurum.

Sevgiyle.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

A Walk To Remember