Kayıtlar

Hikaye etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Tarhana Pupa Yelken

“böyle seviyorum işte.” Avucunun içinde, o her zaman güneşe siper eder gibi konuştuğu koyulmuş lekeyi gösteriyor. “bir gün, yankı yanaşırken babam halatı savurdu kıyıya volta için, ben de tuttum ipi, işin içinde elim olsun istedim. Tekne gerileyince ip avuçlarımın içinde hızlıca kaydı, sıkıca tuttum, böyle yandı elim. Yara izlerini severim ben. Bundan –yine gösteriyor- başkasında yok çünkü. Hep doğum lekem olsun isterdim ama artık istemiyorum. Doğuştan sahip olunan şeylerin anısı yok. Zamanla bıkkınlık verebilir. Yara izlerim benim güçlü olduğumu gösteriyor.” Gülüyor utanır gibi görünmeye çalışarak. “ben bi eve uğrayayım, yine gelirim.” “biliyor musun, babamın geleceği günü düşledikçe nefesim kesiliyor. Kitleniyorum o ana. İnanamıyorum gelecek olmasına. Ama gelecek. Emekliye ayrılacak çünkü senelerdir demir yığını gemilerde, yankı’nın kokusunu bile unutmuştur garibim. Öyle güzel ki bunları hayal etmek. Düşünsene, bir gün kapı çalınıyor. Her seferinde babam mı diye koşturmaktan sıkılmı...

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

"sana sivrisinekleri neden sevmen gerektiğini söyleyeceğim. Böylece her gün onlarca cinayet işlemene gerek kalmayacak." "mantıklı açıklaması mı olurmuş canım bunun. Kanımı çok seviyor meretler, sana birse bana beş. Hadi söyle bakayım, neyden bu kadar eminsin?" "kanımı taşıyan bir şeyi nasıl sevmezsin?" ... Sinekler, sinekler. Belki yüz tane. Oda küçük, boğucu. Ama sinekler bin tane. O gülüyor. "uçun yavrularım uçun, siz uçtukça ben özgür!" ... " neden korkuyorsun ki şu ağaçlardan, sana ne zarar verebilirler?" Sustum, yuttum. Anlamadılar. Korkular sebepsiz, korkular doğuştan, korkular öteki taraftan. Sustum. ... "- tut elimi, çabuk hızlıca geçelim şunların altından.  hala bitmediler mi?  çok büyükler, çok yüksek. Sen de mi anlamayacaksın yoksa beni? Bari sen anla, korkuyorum işte. Bu yine geçmiş hali, çocukken ince gövdelilerin bile altından geçerken kulaklarımı tıkardım. Sanırım korktuğum şey ses, aniden gelen." ...

Kuş Konmaz

Kuş Kanat sesleri bir süre; derken görüntü: girdap olmuş tüyler salına salına akıveriyor aşağı - aşağısı azgın birbiri üzerine tünemiş, çırpınan güvercin sürüleri Göğe utanarak yükselmeğe çalışan, her yanı pislik bürünmüş bir sütun Sütunun üzerinde oymalar; ağlayan - yakaran kadınlar; farkına varılınca tüyleri diken diken eden, ağızları kafaları büyüklüğünce açılmış dehşet içerisinde adamlar Bir kuş geliyor alacalı, ensesi kalın, paçaları farbala "aç gaganı kuş, sinme kaldır başını kuş Yorgunsun, ben bırakayım ağzına yemişini kuş" Kafasını çeviriyor bir o yana bir bu yana. Birden başlıyor kendi diliyle çığırmaya, “cik cik cak cuk gagagaga ciku cikuk” Dönüyorum soluma; iki elektrik direğinin arası, küçük bir çocuğun, sinirlenmiş annesinin saçlarını resmettiği üzre kuş konmaz dikenler.  Sütuna sinmeye çalışan binlerceler; yurtsuz bırakılmanın sorumlusunu tayin edemiyorlar, nihayetinde kuş beyinliler.  Maviden büyüye büyüye gelen bir taş parçasının altında...

Nakani Bonyadam

Yokuşun sonundaki kaldırımda oturuyorlar. Çocuk kısa dizlerini karnına çekmiş, arnavut kaldırımlar arasındaki çamurlu suya daldırıyor bir demir çubuğu, eştikçe eşeliyor. Adam upuzun bacaklarını karnına çekmiş, silkelediği küllerin suyla temas anında yok oluşlarını izliyor. Aralarında sözsüz bir antlaşma var sanki. Hareketlerinin uyumu aynı dili paylaşmadıkları gerçeğini perçinlemiyor. Öyle ki, -adam konuşmadıkça çocuğun midesi bulanıyor, -çocuğun konuşmaması adam için pek bir şey ifade etmiyor. Uğraştığı taşlardan vazgeçmiş olacak ki kız demiri yere atıp kalkıyor aniden. Yüzünü lütfetmeyen adama sırtını dönüp koşmaya başlıyor yukarı. Yokuşun başına varınca son bir kez daha bakıyor geri, görüyor ki değişen bir şey yok kapısına vardığı evin eşiğinde terliklerini tekmeleyerek çıkarıyor, atıyor kendini bir hışımla içeriye. İnek postlu holden merdivenlere seyirtiyor. İkişer adımda merdivenleri atlıyor, üç adımda odasına savuruyor kendini. Oturuyor sandalyesine poposunun ucuyla, masasının...

Ustura Bayır

*Okunurken dinlenmesi önerilir: Armand Amar - La Terre Vue Du Ciel Saçları erkek tıraşı, yedisinde sarışın; montu baba montu. Gözleri miskahve bakıyor, eserekli. Adımları küçük ama höyt dese uçacak serçeler. Cinsine, cismine meydan okuyor meydanı yeni betonlamış şehir kaldırımında. Babasının bacağı dibinde, içi gübre kokan mavi minibüslerle gelmiş ilçeden. Uzak ilçelerden gelmiş, merkeze ayda bir gelinen. Keskin ve diri bakıyor, baş harfi gibi, z. Burun delikleri mi desem birer öpücük iliştirilmiş tanrıdan, ü. İnce, zarif babası gibi ama anası gibi dik ve emin, l. Baş çekiyor, başı çekiyor, küçük avcu babasının avcu içerisine sarınmış amma velakin adımları bir adım ileride geziniyor, yine anası, a. Bir kat daha geçelim, l. Ama bu hikaye onun hikayesi değil, bu hikaye bir köy evinin bahçesinde yıllar evvel vuku bulmuş bir olaya tekabül ediyor. * Bir nefes, iki; üç nefes, dört... Dağ bayır, bata çıka ilerliyor. Çatılmış kaşları kim bilir kimlere küfürde, yol olmuş ilerliyor ...

Kırmızı Lark Hassasiyeti

Dedesini kaybetmiş bir çocuk nasıl ağlıyorsa öyle ağlıyordu. Alacahırka Mezarlığı’nda, mezarın başucundaki tümseğe tünemiş kıhır kıhır ağlıyordu. Canım çocuk. Canım çocuk, içini nasıl da çekiyordu. Birazcık yüreğiniz varsa içiniz burkulurdu. Dedesini de pek sevmezdi. Dedesi yaşarken onu sevip sevmediği üzerine hiç düşünmemişti, herhalde ölüm ona dokunuyordu.  Hikmet Dayı kırmızı kamyonu fırının önüne çekmişti. Olayın afilisi kırmızı fatih, göğsünü kabartmış duruyordu. Osman Amca, Hikmet Dayı'nın elini sıktı, “Hakkını helal et” dedi, eline 3 - 5 mavi kâğıt sıkıştırdı. Hikmet, minnet belirtisi olmadan fatihe seğirtti. Şöyle bir eğilip kamyonun altını kolaçan etti. Hikmet'in kalbi buz tutmuştu.  Çocuk mezara tünemiş kukumav kuşu gibi, ağlıyordu. Öyle ağlıyordu ki babası kalabalığın arasından ve allah büyüktürlerden sıyrılıp geldi yanına. Ensesinden tuttu kedi gibi, “Git yüzünü yıka, bi paket de kırmızı lark al bana,” dedi. Çocuk burnunu genzine çekti. Duvarlara kırak...

Balçık Bahçe

Öyle anlar var ki içimde, ölürsem benimle birlikte yitip gidecekler diye boşaltmak istiyorum hepsini bir kutuya. Hikayemi, üzüm buğusuna yazmak istiyorum; varın siz düşünün, neye çabalıyorum. Sırtımı yaslamak için bir dağ seçtim kendime, onu yaraştırdım heybetiyle dertlerime; yamaçların uzlaştırıcı değil uzaklaştırıcı olduğunu katmadım hesabıma. Parmakla saydım ben geleceğimi; dinginliğime, durgunluğuma düşen tek bir damlayla, "Ölmüş bütün babaları suçluyorum." *** Tavanda gazeteler var; dökülmüş sıvanın, işlemiş rutubetin uçlarını sarkıttığı sarı gazateler, üzerlerinde kimbilir kaç yılından kalma resimler... Üst kattaki odaların çekmecelerinin birinde sararmış sayfalara atılmış acemi çocuk imzaları görüyorum; kilidi kırılmış hatıra defterimin parçalanmış, küsmüş, soğumuş sayfaları üzerindeki günlerime titriyor gözüm. Döşemeler, tavan; gözlerimi diktiğim yer yazı, gözlerimi kaçırdığım yer yazı... ve resimler ve gazetelerde gördüklerim, hala hatrımda izler bır...

Çobana Methiye

7 Mayıs     Bi' izmaritin ıslığını duyabilmenin olurunu düşündün mü hiç? Bu sana, bir şey hatırlatmalı. Bu sana bir şey hatırlatmıyorsa da derdetme. Bırak o gemicileri ürkütsün. Sen zaten fırınlardan bakkala, bir çıkma ekmek peşinde; sabahın ayrımını soğukluğundan yapabilecek raddede, güneşlere küsmüşsün. -şimdi gülümseyerek hatırladım diyorsun bak, bir adamın elinde tavuskuşuyla sokakları gezdiği filmi de- Senin doğduğun güne beş gün kalmıştı. Öyle hikayeler anlatmak isterdim ki onlara, aklımda yine senden aşırttıklarım. Bocalardım; eğer evsizlerden ve ermişlerden ve sabahlara dek sokaklarda cirit atan ifritlerden seni sürmeseydim. Yataklardan kalkıp yokluğuna yüz sürmeseydim. Senin kirpiklerin vardı, senin kirpiklerin beni o sabah çölde bir yel gibi selamlayamadı. Dağların başlarına eşkıya gibi dikilmiş evleri geçtim. Dağların başlarına eşkıya gibi dikilmiş evleri benzin istasyonlarında süzüm süzüm süzdüm ve sana gelmediğim bu yolda verdiğim her bir mola be...

Şair Neco'yla Yazgülü

Ben Yazgülü. 2009 yılı Cimcozlar belediyesi güzeli. Önce hatırlatayım istedim, çünkü bilirim ki ben demesem kimsenin aklına gelmeyecek dutları ve onu yiyen bülbüller gibi insanları ile meşhur bu kasabanın en güzel kızı seçildiğim. Evet ben Yazgülü. Bir ağustos rüzgarıyla doğmamışım babamın kucağına. Güz gününün birinde, babam kemerini takmayı unuttuğu için eve geri döndüğünde annemi terasta çığlıklar ve sular içerisinde bacakları açık, fasulye ayıklar gibi yere otururken bulduğunda, işte tam o anda doğuyormuşum. Şimdi bana sormayın neden. Babam nükteyi severmiş herhalde, babamın nükteyi sevip sevmediğini tartacak kadar tanımadım onu. Öyle ki ben daha fesleğenler arasında emeklemeden, annem ikinci kardeşime gebe, kirazları tuzlayıp tuzlayıp mideye indirmeden evvel babam bir fettanla kaçmış söylenceye göre. Ne benim büyüdüğümü görmeye ilgisi, ne zıpçıktı kardeşimin altı parmaklı doğmasına dair bir fikri varmış işe bakılırsa. Altı parmaklı kardeşim, terasta bacaklarını kocaman ayırarak y...