Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

A Walk To Remember

Resim
I am going to start my article by asking you a couple of questions. First of all, what does remembering and forgetting actually mean? What and who do we remember? Why do we forget? And are we sometimes being forced to forget? Keep these questions in mind as you go through this article. Like most people, you and I walk, drive or take a bus to school or work. On our way, we pass by lots of streets, apartments, gardens, and maybe one or two abandoned buildings. But do we ever stop to think about how much we know about these places? Do we know how many stories are hidden within the walls of the decrepit building we pass by every day? Probably not. We might be able to say a one or two sentences, because we learned about it in school, or our relatives mentioned it in one of their conversations. But do we really know what secrets a building holds? To me, every building is a treasure of stories of brave women, of young people with bright ideas, of men with insecurities. We pass by dozens

Kutlukhan Kutlu ile Ziplenmiş H.P Kuşağı

Resim
Seriden sonra birkaç ısınma sorusu; Rowling’in kitabın içine LGBT karakter koymayıp en sonunda “Dumbledore gaydi, bilmiyor musunuz?” minvalinde bir açıklama yapması hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bitmiş bir metne yaratıcısı tarafından sonradan yapılan bu tür eklemeler bana bir okur olarak biraz eğreti gelmiyor değil; yazarın belirtilmesini önemli gördüğü bir bilgi varsa ona metinde yer verse daha iyi olurdu diye düşünürüm genelde… Ama belki de yazar bunu özellikle böyle yapmayı tercih etmiştir, dediğiniz sebeple ya da çok bağlantılı olmayan başka bir sebeple. Ortaklaşa giriştiğiniz bu muazzam çeviriler yaratıcılık hususunda çok övgü aldı. Özellikle biz H.P fanı olmanın yanı sıra birer Kutlukhan Kutlu ve Sevin Okyay fanı olarak da büyüdük ve orijinalleri kadar yaratıcı kelimelerinizin hayranı olduk. Bu kelimelere nasıl karar verdiniz ve favori çeviriniz nedir? Öncelikle, sözleriniz için çok teşekkürler. Çeviride hem bölüm bazında paylaşım yapıyorduk (“bir bölüm sen, bir bölüm be

Barıştık Mı?

Resim
Müzik seversiniz, yeni bir şeylerin arayışındasınız, çok şans vermediğiniz enstrümanlara odaklı isimler arıyorsunuz, hatta diyorsunuz ki bu batı enstrümanlarından -misal TROMPET- Ortadoğu ve Türk makamları büyüsüyle salınsa ortalıkta, nasıl olur? Böyle bir şeyler hayal ediyorsunuz ve karşınızda ta ta ta taam! Barıştık mı, T.E.A.R beliriyor. Barıştık mı, trompet sanatçısı Barış Demirel’in kullandığı mahlas. 2011'de düzenlenen Roxy Müzik Günleri'nde birinci olan Barış, iki şarkılık ilk maxi-single albümünü 2012'de çıkarmıştı. İlk Long Play albüm de bu yıl geldi. İsmi T.E.A.R. Bu isim, albüme katkıda bulunan diğer müzisyenlerin baş harfleri. Albümde bir gözyaşı etkisi de var mıdır bilmem ama bence şarkılar uzay boşluğunda, çiçekli bir çayırda, denizi gören bir tepede salınıverme etkisi yaratıyor. Müzikal açıdan bakacak olursak Barıştık mı, trompet odaklı, çoğunlukla enstrümantal, makamı bol, ortam seslerinden kaçınmayan, caz, ambient, rock, shoegaze ve avangart harmanı b

Ne Godot geçer yoldan, ne bir kimse?

Gelmesi, gelmeyecek olmasından daha kötü bir beklenen: Godot. Kimliği, şekli, özü belirsiz varlık. Belki de yokluk. Beckett'ın ustalık eseri. Beckett'ın 48'de Fransızca yazdığı, 54'te kendi tarafından bazı değişiklerle İngilizceye çevirdiği oyun, farklı disiplinler içerisinde çeşitli söylemlerle kendine yer edinmiş durumda. İlk okunduğunda bireyleri bir anlaşılmazlık içerisine sürüklüyor fakat oyunu bütünlüklü bir ‘elde ne var’ görmek yerine, özümsemeye çalışmak, bize doğrudan nüksetmesine izin vermek lazım. Vladimir ve Estragon, Godot'u bekliyor. Kimilerine göre amaçsızca, hiçbir zaman gelmeyecek bir Tanrı'yı, kimilerine göre nihai bir ölümü. Oyun boyunca Godot hiç gelmiyor ve gidişata bakılacak olunursa da hiç gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat tüm bu sorular arasında gözden kaçırılan bir nokta var; beklenenin gelmesi elzem midir? Godot gelince, karakterlerin kendilerine vaat ettikleri kurtuluş gerçekleşecek midir? Bu sorular varsın dursun. Eğer elimizd

Tarhana Pupa Yelken

“böyle seviyorum işte.” Avucunun içinde, o her zaman güneşe siper eder gibi konuştuğu koyulmuş lekeyi gösteriyor. “bir gün, yankı yanaşırken babam halatı savurdu kıyıya volta için, ben de tuttum ipi, işin içinde elim olsun istedim. Tekne gerileyince ip avuçlarımın içinde hızlıca kaydı, sıkıca tuttum, böyle yandı elim. Yara izlerini severim ben. Bundan –yine gösteriyor- başkasında yok çünkü. Hep doğum lekem olsun isterdim ama artık istemiyorum. Doğuştan sahip olunan şeylerin anısı yok. Zamanla bıkkınlık verebilir. Yara izlerim benim güçlü olduğumu gösteriyor.” Gülüyor utanır gibi görünmeye çalışarak. “ben bi eve uğrayayım, yine gelirim.” “biliyor musun, babamın geleceği günü düşledikçe nefesim kesiliyor. Kitleniyorum o ana. İnanamıyorum gelecek olmasına. Ama gelecek. Emekliye ayrılacak çünkü senelerdir demir yığını gemilerde, yankı’nın kokusunu bile unutmuştur garibim. Öyle güzel ki bunları hayal etmek. Düşünsene, bir gün kapı çalınıyor. Her seferinde babam mı diye koşturmaktan sıkılmı

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

"sana sivrisinekleri neden sevmen gerektiğini söyleyeceğim. Böylece her gün onlarca cinayet işlemene gerek kalmayacak." "mantıklı açıklaması mı olurmuş canım bunun. Kanımı çok seviyor meretler, sana birse bana beş. Hadi söyle bakayım, neyden bu kadar eminsin?" "kanımı taşıyan bir şeyi nasıl sevmezsin?" ... Sinekler, sinekler. Belki yüz tane. Oda küçük, boğucu. Ama sinekler bin tane. O gülüyor. "uçun yavrularım uçun, siz uçtukça ben özgür!" ... " neden korkuyorsun ki şu ağaçlardan, sana ne zarar verebilirler?" Sustum, yuttum. Anlamadılar. Korkular sebepsiz, korkular doğuştan, korkular öteki taraftan. Sustum. ... "- tut elimi, çabuk hızlıca geçelim şunların altından.  hala bitmediler mi?  çok büyükler, çok yüksek. Sen de mi anlamayacaksın yoksa beni? Bari sen anla, korkuyorum işte. Bu yine geçmiş hali, çocukken ince gövdelilerin bile altından geçerken kulaklarımı tıkardım. Sanırım korktuğum şey ses, aniden gelen."

Kuş Konmaz

Kuş Kanat sesleri bir süre; derken görüntü: girdap olmuş tüyler salına salına akıveriyor aşağı - aşağısı azgın birbiri üzerine tünemiş, çırpınan güvercin sürüleri Göğe utanarak yükselmeğe çalışan, her yanı pislik bürünmüş bir sütun Sütunun üzerinde oymalar; ağlayan - yakaran kadınlar; farkına varılınca tüyleri diken diken eden, ağızları kafaları büyüklüğünce açılmış dehşet içerisinde adamlar Bir kuş geliyor alacalı, ensesi kalın, paçaları farbala "aç gaganı kuş, sinme kaldır başını kuş Yorgunsun, ben bırakayım ağzına yemişini kuş" Kafasını çeviriyor bir o yana bir bu yana. Birden başlıyor kendi diliyle çığırmaya, “cik cik cak cuk gagagaga ciku cikuk” Dönüyorum soluma; iki elektrik direğinin arası, küçük bir çocuğun, sinirlenmiş annesinin saçlarını resmettiği üzre kuş konmaz dikenler.  Sütuna sinmeye çalışan binlerceler; yurtsuz bırakılmanın sorumlusunu tayin edemiyorlar, nihayetinde kuş beyinliler.  Maviden büyüye büyüye gelen bir taş parçasının altında

Nakani Bonyadam

Yokuşun sonundaki kaldırımda oturuyorlar. Çocuk kısa dizlerini karnına çekmiş, arnavut kaldırımlar arasındaki çamurlu suya daldırıyor bir demir çubuğu, eştikçe eşeliyor. Adam upuzun bacaklarını karnına çekmiş, silkelediği küllerin suyla temas anında yok oluşlarını izliyor. Aralarında sözsüz bir antlaşma var sanki. Hareketlerinin uyumu aynı dili paylaşmadıkları gerçeğini perçinlemiyor. Öyle ki, -adam konuşmadıkça çocuğun midesi bulanıyor, -çocuğun konuşmaması adam için pek bir şey ifade etmiyor. Uğraştığı taşlardan vazgeçmiş olacak ki kız demiri yere atıp kalkıyor aniden. Yüzünü lütfetmeyen adama sırtını dönüp koşmaya başlıyor yukarı. Yokuşun başına varınca son bir kez daha bakıyor geri, görüyor ki değişen bir şey yok kapısına vardığı evin eşiğinde terliklerini tekmeleyerek çıkarıyor, atıyor kendini bir hışımla içeriye. İnek postlu holden merdivenlere seyirtiyor. İkişer adımda merdivenleri atlıyor, üç adımda odasına savuruyor kendini. Oturuyor sandalyesine poposunun ucuyla, masasının

Pembe Nine ve On Altı Evliyasının Hikayesi

*Okurken dinlenmesi önerilir: Armand Amar - Poem Of The Atoms https://www.youtube.com/watch?v=uekc8EaMIpg Pembe nine, çınarların altında beyaz sarıklı on altı adam görüyorsa bu kimin suçu? Koltuk altlarını elleriyle yoluyorsa, evi ekşiden yoğurt kokuyorsa? - Elinde evladiyelik bakır tası, şalvarı ilikli kırışmış kasık derisine, bilekleri kıskandırırken en şıkır halhalları sabah ezanından sonra yemliyor tavukları Pembe ninenin gözü üstü kaplanmış gri bir tabaka ile Konak desen yeridir koca merdiven-saha yaşıyor kendi başına Çürümüş dutlar bir bir dökülüyor bahçesine, bulamaç oluyor yerler Evin bir holü var kış oldu mu ağızda buhar, yaz oldu mu dağ başı zaar Pembe ninenin mutfak hep et kokar, et bağlamış tezgâhları, tezgâhlarda mora çalmış sızan kurban kanları Derlermiş ki gençken pek güzel kadınmış vesselam: keman kaşları, baygın bakışları, peynir gibi teni, ahu gözleri. Bir gündü işte o gün seslenmiş usulca gidenin ardından, "seni sevdiğim zaman kadife tüylü

Göğsü Üzeri Kesik Kırmızı

Susuzluğuma uyandım. Hava yakıyor/yanıyor. Soluklarıma odaklandıkça soluk almayı beceremiyorum, öyle kesik ve kısa ve korkak lokmalar alıyorum ki insanları ölümle kandırabilirmişim gibi geliyor. Uyumak adına iyi rol yapardım, ölüm farklısı değil. Ayıldığımdan beri tavanı izliyorum. Kalkmaya yeltenip yeltenmediğim hakkında fikrim yok. Üzerimde tonlar/sonsuzluk kadar ağır/ağırlığın sonsuzluğu. Öyle kısa ve küçük ve korkak ataklar yapıyorum ki kalkmaya dair, bedenimi salmaya, rahat bırakmaya çalıştıkça ağırlaşıyorum. Şu zaman içinde çok yoruldum/evvel zaman içinde. Yanımda bir beden/sıcak/alev. Perdede yirmi sekiz, renkli surat/rengine aldanırsam kendimi mutlu sana-sayabileceğim yirmi sekiz surat/suratları, son anlarını yılanbaşlıya kurban etmişçesine donuk. Yanımdaki bedene ulaşmam, dudaklarımın arasından, yemek borumdan -bu yanlışlıkla nefes borum da olabilir, yatıyorum ve belki de kartonpiyer kıvrımlarıyla şekillenecek bir yılanbaşlı(?)- mideme birkaç damla sızdırması için dudakları

Ustura Bayır

*Okunurken dinlenmesi önerilir: Armand Amar - La Terre Vue Du Ciel Saçları erkek tıraşı, yedisinde sarışın; montu baba montu. Gözleri miskahve bakıyor, eserekli. Adımları küçük ama höyt dese uçacak serçeler. Cinsine, cismine meydan okuyor meydanı yeni betonlamış şehir kaldırımında. Babasının bacağı dibinde, içi gübre kokan mavi minibüslerle gelmiş ilçeden. Uzak ilçelerden gelmiş, merkeze ayda bir gelinen. Keskin ve diri bakıyor, baş harfi gibi, z. Burun delikleri mi desem birer öpücük iliştirilmiş tanrıdan, ü. İnce, zarif babası gibi ama anası gibi dik ve emin, l. Baş çekiyor, başı çekiyor, küçük avcu babasının avcu içerisine sarınmış amma velakin adımları bir adım ileride geziniyor, yine anası, a. Bir kat daha geçelim, l. Ama bu hikaye onun hikayesi değil, bu hikaye bir köy evinin bahçesinde yıllar evvel vuku bulmuş bir olaya tekabül ediyor. * Bir nefes, iki; üç nefes, dört... Dağ bayır, bata çıka ilerliyor. Çatılmış kaşları kim bilir kimlere küfürde, yol olmuş ilerliyor

Modern Bir Cadı İmgesi, 'Şarkı Söyleyen Kadınlar'

Resim
Kadınlar, ilk çağlardan beri doğayla özdeşleştirilmiştir. Tabiatla olan uyumları, bitki ve çiçeklerle girdikleri yakın ilişki onların 'şifacı' yönünü ortaya çıkarır. Diğer bir yandan psikanalitik okumalarda 'deniz' ile özdeşleştirdiğimiz kadın bize gelgitli ruhun, enginliğin ve doğurganlığın işaretini verir. Kadim inançlar ve mitolojide de kadının doğayla olan bağı dikkatimizi çeker. Gaia, yani toprak ana, tüm tanrı ve titanların yaratıcısıdır. Fakat geçen çağlar ardından, ilerlemenin getirdiği bu noktada insanoğlu mekanikleşmiş, kendini şehirlere hapsetmiş ve doğanın tahribatına neden olarak onun dilini unutmuştur. Kadının temsil ettiği doğaya ve uyuma karşı, erkeğin temsil ettiği toplar, tüfekler ve beton belki de milyarlarca yıldır sürdüğümüz hayatın en büyük çatışmasıdır. Günbegün kendini çıkmaza sürükleyen insanoğlu, doğanın yani kadının dilini tekrar anlamaya ve onunla bir uyum yakalamaya çalışmadıkça üzerimize çöreklenen bu ataerkil düzen her zaman devam edec
Kız kardeşlik.  Okuduğum bölümden dolayı senelerce, kadınlar ve aralarındaki ilişkilere bir grup insan -çoğunlukla kadın- önderliğinde kafa patlattık. Edebiyat fakültesine yolunu gönülden geçen sebeplerle düşüren kimileri olarak hayatımızın yoğruluş açısından en ivmeli dönemlerinde hayata aynı fakülteyi, kimi zaman yurdu, kimi zaman aynı okunmuş kitabı paylaşarak devam ettik. Tüm bu süreç boyunca kendimizi çılgıncasına aradığımız o en erken dönemlerden değil de kendi yolumuzu hafiften bulduğumuza inandığımız, en azından kendi benliğimizin sesini tanır olduğumuz süreçte birbirimize kadınlar olarak kol kanat gerdik. İşte ben tam bu noktada, bu kol kanadın, nerede kırılmaya uğradığını sorgulamaya çalıştım bu gece ve çoğu zamandır.  İçe dönük, geçmişe dönük, eve dönük bir insan olduğumdan dostluğun mahremiyetine ve kutsallığına çok önem verirdim. Hala aksini söylemem. Fakat zamanla, özellikle bu bahsini açtığım dönemlerin ardına yaşanılan kimi olaylar ve süreçler kimi kadın arkada