Kuş Konmaz

Kuş
Kanat sesleri bir süre; derken görüntü: girdap olmuş tüyler salına salına akıveriyor aşağı - aşağısı azgın birbiri üzerine tünemiş, çırpınan güvercin sürüleri
Göğe utanarak yükselmeğe çalışan, her yanı pislik bürünmüş bir sütun
Sütunun üzerinde oymalar; ağlayan - yakaran kadınlar; farkına varılınca tüyleri diken diken eden, ağızları kafaları büyüklüğünce açılmış dehşet içerisinde adamlar
Bir kuş geliyor alacalı, ensesi kalın, paçaları farbala
"aç gaganı kuş, sinme kaldır başını kuş
Yorgunsun, ben bırakayım ağzına yemişini kuş"
Kafasını çeviriyor bir o yana bir bu yana. Birden başlıyor kendi diliyle çığırmaya,
“cik cik cak cuk gagagaga ciku cikuk”
Dönüyorum soluma; iki elektrik direğinin arası, küçük bir çocuğun, sinirlenmiş annesinin saçlarını resmettiği üzre kuş konmaz dikenler. 
Sütuna sinmeye çalışan binlerceler; yurtsuz bırakılmanın sorumlusunu tayin edemiyorlar, nihayetinde kuş beyinliler. 
Maviden büyüye büyüye gelen bir taş parçasının altında kalıyorum.
Mezar
İsmi beyaz mermerin üzerine kazınmış / yetmiş sene boyunca kazınmış gibi duruyordu. Öyle bastıra bastıra yazılmıştı ki ismi, böyle öldürüldüğünü düşündüm. 
Doğduğumuzda yazılmaya başlanıyordu adımız mezar taşına, ismimiz bitince de yerimizi alıyorduk, mumyalanmış bırakılıyorduk oyuğa. Ölüm korkutmuyor beni eğer yakılacaksam. Ölümü korkunç kılan, gömüldükten sonra o muazzam büyüklükteki selvilerin, çınarların kökleri altında açmak gözlerimi. Beni asıl korkutan ölememek. Eğer ruh varsa, bir gün geri döneceğim, söz veriyorum, haber vereceğim nerede, ne hâlde olduğumu. Peki ya ölmek? Peki ya o? Ya o, şu an mezarında üç sene önce yitirdiği canı çekişiyorsa? Belki de ihtiyacım olan bir gözlüktür.
Kenarları çevrilmiş mermer yataktan kalkıp ayakucuna konmuş ibriği aldım, yokuş aşağı bezenmiş arnavut kaldırımları geçtim, çeşmeye daldım. Gideri tıkanmış kurnanın içerisinde birikmiş pis, karanlıkta rengi zifir suyu avuç avuç yüzüme çaldım. Doldurduğum ibrikle mezarı başına gittim, mermerlerini okşaya okşaya o'nu yıkadım. İlk defa o'nu yıkadım. Hiç nazlanmadı, başını öne eğdi de ensesinden döktüm bütün suları. Yıkıyor olmamdan faydalanarak arada okşadım başını. Sert sert okşadım, ürperdim, mutluluktu hissettiğim, sanki mutfakta pişen semizotu kokusunu almak gibiydi, "dedem," dedim, "ne de uslusun." kolumu tuttu, durdum. Bana doğru çevirdi başını. Burnunun ucundan damlayan kirli sular, ağzının kenarlarında birikiyordu. Dudaklarını araladığında, salyaları iki şerit arasında köprü oldu, söyledi,
"babandan daha iyi bir adam olacak mısın?"
Kuş²
Hızlı adımlarımla her zamanki gibi yalnız ve yere bakarak yürürken fark ediyorum çemberlitaş meydanının temizliğini. Meydanın semasını yurt bellemiş güvercinleri görmek için çekingen bir bakış atıyorum yukarıya. 
Boş. 
Terk edilmişlik hissi bir an yumru gibi oturuyor boğazıma. Kuş üzümü yiyesim geliyor. Ağzı, tırnak içlerini kan kırmızı eden, dağa yaraşmış kuş üzümlerini avuç avuç yiyesim geliyor.
Eller
Her şeyden önce elleri vardı. Yollar damarlarına özenmiş de yılankavi salınmışlar yeryüzünde; kederin morlukları, samimiyetin o çürük yeşili ellerinden yansımış doğaya. Her şeyden, her şeyden önce elleri vardı; yüzümü içlerine doldurup içtiği, hayat ve ölümü ayalarına okutmuş... Elleri vardı bir, ellerini öptüm; bir de gümüşlüğün içinde toz şeker. Ellerine çaldım. O, "şeker," dedi, ben buladım. Öptüm.

-hikâyeler başlamaz ve bitmez. Hikâyeler salınır.-


*Bu öykü Peyniraltı Edebiyatı'nın 8. sayısında yayınlanmıştır. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yazmama'ya Dair - I

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

A Walk To Remember