Balçık Bahçe

Öyle anlar var ki içimde, ölürsem benimle birlikte yitip gidecekler diye boşaltmak istiyorum hepsini bir kutuya.
Hikayemi, üzüm buğusuna yazmak istiyorum; varın siz düşünün, neye çabalıyorum.
Sırtımı yaslamak için bir dağ seçtim kendime, onu yaraştırdım heybetiyle dertlerime; yamaçların uzlaştırıcı değil uzaklaştırıcı olduğunu katmadım hesabıma.
Parmakla saydım ben geleceğimi; dinginliğime, durgunluğuma düşen tek bir damlayla,
"Ölmüş bütün babaları suçluyorum."

***

Tavanda gazeteler var; dökülmüş sıvanın, işlemiş rutubetin uçlarını sarkıttığı sarı gazateler, üzerlerinde kimbilir kaç yılından kalma resimler... Üst kattaki odaların çekmecelerinin birinde sararmış sayfalara atılmış acemi çocuk imzaları görüyorum; kilidi kırılmış hatıra defterimin parçalanmış, küsmüş, soğumuş sayfaları üzerindeki günlerime titriyor gözüm. Döşemeler, tavan; gözlerimi diktiğim yer yazı, gözlerimi kaçırdığım yer yazı... ve resimler ve gazetelerde gördüklerim, hala hatrımda izler bırakan, dekolteli sarışınlar.

Çocukluk enginiydi dönemlerin. Ardını düşünmediğimiz, balını yediğimiz zamanlarıydı hayatın.

Şimdi yılları ardıma alıp bakarken yıkılmakta olan bu döküntüye canımı yitirircesine sızlıyor içim. Bir zamanlar bu tahtalar üzerinde koşturan ayaklarım, büyümenin utancıyla kıvrılıyor kendi içine. Değişmediğimi haykırsam bu taş-bu ahşap eve, sanki her şey büyülü bir şekilde düzelecekmiş gibi geliyor. Yediremiyorum kayıpları. Boğazımda ip atladığım urganımdan kallavi bir düğüm... Ağızdan ayrılmış her söz, çalakalem atılmış her kahkaha, edilmiş her beddua çınlıyor kulağımda. Zamanında deşmeye mecalim yoktu; kendimde mecal bulduğum anlarda etrafımda soru soracağım kimse kalmamıştı. İşte böyle dımdızlak kalakaldım bilinmezlerim, çapraşık düşlerim, kopuk ve girift anılarım arasında. Çıkamadım, yıllardır aklımdan çıkmayan bu kokulu evin odalarından.

***

"Üç diş," diyor, duyuyorum, fısıldıyor. Girişte, çocuk boyunda o küçük musluklu, o küçük lavabonun başına eğilmiş, başını eğmiş; "üç diş" diyor, "ne kanlı ne tükrüklü." Su akıyor, suyu biliyorum, uyuşturacak soğuklukta ama boşa akıyor, "aksın gitsin" diyor, "aksın sel olsun gitsin." ve tükürüyor üç kere. Musluğu kapatıyor, dönüyor gerisingeri yatağına. Ben merdivende; ben, en üst merdivende sarkıtmışım başımı aşağıya. Görmüyorlar beni. Görmezler. Meşhurdu nazlanmalarım. Teyzemin o vitraylı, o ahşap gardıroplu, o yeşil karyolalı odasında uyutmazlarsa beni, tabiki merdivenlerde, kapı eşiklerinde sürünecektim gece boyu. Sabahı bulmazdı, en sonunda pes ederdim de dönerdim bana hazırladıkları yatağa, bilirlerdi. Bildiklerini bilmezdim.

Sabah her zamanki gibi gelirdi, her zaman güzeldi. Ben küçük, yeni, gökyüzüne bir kat daha yakın ahşap-taş evimde, hayallerimi yüzdürürdüm balçıklarda. Harikalar diyarında bir zaman dilimiydi benim için o yaz; çıktığım en güzel tatil, sandığım belki de.

Kahverengi örtülere sarınmış anneannem alırdı ekmekleri. Çıtır ekmekleri, soğuk holdeki yer sofrasında kırıklardık yaygı üstüne. Üzerimize çektiğimiz, bacakları açarak yemenin bir günah farzolduğu yer sofrasında, tepeleme yığardım mideme tüm kızartmaları, sarımsaklı. Bana iş buyrulmazdı hiç. Evde üç buçuk kişiydik, bir de ara sıra uzak bir yerlerden gelen teyzem vardı. Ziyaretlerinde, kaldığı yere ait ters lale hikayeleri anlatırdı. O yokken, kartpostalları gelirdi o uzak şehirden, nasıl sevinirdim. Eli boş da gelmezdi eve gelirken, plastik bebekler hep ondandı.

***

Banyo yapmamak için ağlıyorum odada. Aslında gözyaşlarım dışarıdan görülmüyor olmalı ki kimsenin umrunda değil bu isyanım. Tırnaklarımın içi çamur dolmuş oynarken balçık havuzumda, bahçedeki kum birikintisi içinde çırpındıkça, kumları çiçekler gibi savurdukça havaya, saçlarımın arasına doluşmuş her bir tanecik. Doluşsun varsın, ne severdim oynamayı onlarla.

Ağlıyordum işte, içime içime dişlerimi sıkarak. Hem üşüyeceğim çıkınca, hem de akrep var işte o banyoda. Isırsın mı akrep? Dedemi ısırmış zaten. Dedem yaşamıyor.

"Anneanne yıkanmak istemiyorum işte, akrep var orda akrep. Sen dedin bir kere, duydum ben sizi dinlerken. Dedemi sokmuş."

"Kızım gir şuraya döküvercem ben suları senin üstüne, sobayı da yaktık bak, nerden geldi aklına akrep makrep gir hadi içeri, bak üşütcen."

"Ya tamam gircem ama duydum dedemi sokmuş niye uyduruyon işte."

"Soktuydu dedeni ta kaç yıl evvel ama akrep zarar vermez korkma sen, ben kaç kere temizledim oraları. Sen biliyon mu ben gelin geldiğimde ne haldeydi buralar. Şimdi ben mis gibi tutuyom her yeri."

Odanın içinde, sonraları gömme dolaba çevrilen küçük bir bölmeydi banyo, beyaz kapılı. Oturdum da döktürdüm suları. Eğdim başımı. Ilıtıp ılıtıp döktü suları anneannem aşağı. O gün beni akrep makrep ısırmadı.

***

Gün içinde, evdeki herkes ayak altından çekiliyor sanki. Anneannem mutfakta, annem bahçede, küçük kardeşim geziniyor yerlerde emek emek. Gezdirmiyorum onu yanımda, zaten öyle küçük ki. Annem bağırıyor bahçeden, "Meseret halam inekleri otlatıyor!" Yüreğim hopluyor bir an. İnekler demek. Hemen koşar adım atlıyorum merdivenleri, demir ve ağır kapıyı açıp küçük balçık bahçeme çıkıyorum. Annem bahçede semizotu topluyor. Semizotu mutluluk veriyor. Bir an gözlerime uğrayan sofra hayalinden sonra bahçenin, arkadaki tarlaya açılan emanet ahşap kapısının büyük deliklerinden gözetlemeye başlıyorum Meseret hanımı. Elinde karpuz, koşturuyor ineği, inek delirmiş gibi kaçıyor, nasıl heyecanlanıyorum nasıl korkuyorum. Ne diye kaçıyor ki bu inek? Annem içeri giriyor, inek kapıya yaklaştıkça üç beş adım geri kaçıp kusacak gibi oluyorum heyecandan ve her defasında oyuklu kapıya tekrar yaklaşıp gözetlemeye devam ediyorum. Sonrasında canım sıkılmış olacak ki, balçık bahçeme dönüyorum.

***

"Anne, çınarların dibine gidelim mi çekirdek yemeğe?"

"Otur evde napcan çınarların dibinde? Oh kızım, iş çıkarma bana yeni astım çamaşırları."

"Anne ne işi ya dondurma yeriz belki?"

"Yersin dondurma, bademciklerin yeni şişti, hastane hastane gezdirmek mi istiyon sen beni."

"..."

Çınarlar hemen karşısındaydı yolun. Dalları öyle alçaktan başlardı ki çay bahçesinin ikinci katına çıkarken başımızı eğerdik kafamızı dallara vurmamak için. Yalnız gidemezdim ama oraya ve altından geçerken çınarın, bir elimle elini tutardım yanımdakinin, diğer elimle de kulağımı tıkardım. Dayım bunu fark etmesin diye uğraşıyorum yıllardır. Korktuğumu bile bile üzerime saldığı muhabbet kuşları gibi bunu da öğrenirse beni çınarın dalına oturtup kaçar belki...

"Anneeeeee!"

"He!"

"Vazgeçtim gitmeyelim. Karnım acıktı ama."

***

Teyzemi çok özledim. Bugün bi bisiklet gördüm sokakta, köşe evdeki sarı çocuk sürüyordu. Fakir ama onlar, çocuğun burnundan hep yeşil sümükler akıyor. Fakirlerin sümükleri yeşil akar. Teyzemden kırmızı bisiklet istemicem ama, onu göstericem gelirse, belki alır. Alcağını anlarsam en çok pembe rengini sevdiğimi söylerim.

***

Giymezdim hiç çorap, sonra gece boyu karnımın gark gurk seslerini sakınırdım annemden. Korkuturdu aniden uyanması. Çişimi bile tutardım sabah ezanına kadar bazen. Uyanınca sinirli olurdu. Sevmezdim haybeye bağırışları. Şunun şurasında, evde dingin, huzurlu takılan üç buçuk kişiydik. Tatil yapıyorduk, tatilde kimse kimseye bağıramaz.

Annem kalkıyor birden. Hemen tutuyorum nefesimi. Acaba diyorum, dışımdan mı düşündüm, yandık şimdi. Ağzı kurumuş olmalı ki yalaya yalaya dudaklarını geçti üzerimden. Eşiği geçti yalpalayarak, merdivenleri indi uyuklayarak. Açılmış musluk sesi geldi, öyle rahatladım ki musluk sesiyle salıverdim içimdeki gark gurk seslerini dışarıya. Sonra dedim neden su sesi akıyor ip gibi, engele takılmıyor, foşurdamıyor. Kalkıp usulca çıktım odadan, uzattım kafamı döner merdivenden aşağı. Annem kollarını iki yana açmış, lavaboyu tutuyor. Su akıyor, bu anlatıyor.

"Hayır olsun, hayırlara karşı gelsin. Üç diş," diyor, "yine üç diş, ne kanlı ne tükrüklü, su gibi atsın gitsin tü tü tü." arkasını dönüyor. Kafam ağır geliyor da bir anda kaldıramıyorum yerden, beni görünce bir çığlık atıyor, "Napıyosun kızım cin gibi indirmişsin kafanı!" Gerginliğim ve heyecanım annem beni görene kadar sonra rahatlıyorum, "Anne napıyorsun sen?" diyorum. "Rüya gördüm kızım," diyor, "Dağlara taşlara, kulağa kurşun. hadi git yat, üşütceksin."

"Hay allahım" diye söyleniyorum içimden. "Rüya görmekle suyun ne alakası var" diyorum, "bu annem biraz manyak." kıkırdayarak sıcak yatağıma giriyorum.

***

Annem bugün kahvaltıda öyle durgundu ki. Geçen gece de duymuştum bu musluk seslerini ama böyle etkilememişti rüya onu. Şimdi bir hüzünlü bir dalgın. Sevmedim bu halini. Üzülmesin diye sofrayı toplamaya yardım ediyorum. Taşırken duvara çarpıyor sini, koca bir "doon" sesi. Hemen "hııı" diye nefesimi tutup bana ters bakışlar atan anneme şirin bakışlar atarak balçık bahçeme çıkıyorum. Kardeşim demir salıncağın altında oynuyor emek emek. Gidip biraz onu kurcalıyorum. Ağzını yüzünü inceliyorum. Saçlarını çekiyorum hafifçe, mızıldamaya başlayınca bırakıyorum. Annem mutfak penceresinden uzatıyor başını, "Kız! Oynama çocukla gel sen buraya bana yardım et" diyor. Kendimi savunmaya kalmadan salak kardeşim kafasını demir salıncağa vuruyor ve ağlamaya başlıyor. Annem bir bağırış geliyor hemen vuruyor elime bir tane, "Allah, Allah! Ben naptım be salıncak vurdu kafasına!" diyorum ama annem öyle abartıyor ki işi, beni dinlemeden içeri sokuyor kardeşimi. Mutfakta yere, yanına oturtuyor, siniyi bile veriyor önüne oynasın diye, koca siniyi. Kardeşim sinide yansımasına bakıyor, eğri büğrü olan suratını gördükçe kikirdiyor sürekli. İşte böyle anlar çok kızıyorum anneme. Kendimi mikroplu bir manyak gibi hissettirdiği için, sanki ben küçücük çocuğa zarar vermek istiyormuşum onu kıskanıyormuşum gibi hissettiği için nefret ediyorum ondan. Hele de abartılı tepkileri bir anda titrememe sebep oluyor. Ben ablayım be. Kimse sekiz buçuk yaşında olduğumu hesaba katmıyor.

Sinirlendim.

"Gitmek istiyorum ben artık evime, sıkıldım burdan."

"Evin neresi kızım senin?"

"Burası değil."

"Burda yaşıyoruz biz artık."

"Tatil evinde yaşanır mı be sürekli, ne önemi kalcak o zaman buranın."

"Ne tatili kızım, ne tatili? Git çoraplarını giy."

"Bıktım, teyzem gelsin bari, babam gelsin, babam nerde kaldı hem?"

"Avaz avaz bağırma bak yengen duycak yandan yine çıldırıyor bu kız dicek."

"Banane yengemden, senin yengen o, sevmiyom onu zaten. Babam ne zaman gelcek alcak bizi annee!"

"Bilmiyorum kızım, bağırma diyorum sana bak. Duymasın kimseler"

"..."

Kim bu kimseler, neden bizi duymamaları gerekiyor bir türlü anlayamadım. Diğer evlerin altından geçerken sesler geliyor pencerelerden, gülüşler, kavgalar. Ama yok, bizim ev hep hayalet dışarı.

Ağzımı bantla o zaman? Duvara dönüş? Anneannem seccadede oturuyor, boynunu eğmiş bir yana, namazı bitmiş tesbih çekiyor yüzünde o melek gülümseme. İşte yine bir anda geçiyor sinirim, oturuyorum kucağına. "Oku bana" diyorum. Başlıyor okumaya ya da okuduklarını bana üflemeye, üfledikçe hafifliyorum, ileri geri sallanıyoruz birlikte. Anneanne kucağı bu dünyadaki cennet herhalde. Bence cennete gidince bütün melekler anneanneler olacak. Anneannemin cennete gittiğini ve bembeyaz geceliklerle derelerin kenarında gezindiğini düşündükçe kıkırdıyorum. Kıkırdadığımı duyunca bir de o gıdıklıyor beni. "Tü tü tü çıksın gitsin, bana bakma bak şu pencereden uçtu gitti nazarların." diyor. Koşuyorum pencereye, bakıyorum bulutlara doğru. Bulutlara nazar değmiyor diye düşünürken yağmur başlıyor.

***

Annem iki gündür sinir tüpü, çok sinirleniyorum. Felaket haberi bekliyor gibi bir halde. Bugün bakkala cips almaya çıktım, eve girdiğimi görünce neden haber vermiyosun çıktığını diye bağırdı durdu, ben şaşırıp bakakalınca da ağlamaya başladı, "Oh annem gitme bir daha haber vermeden" dedi. Alıştım artık bu hallerine. Sanki o benim çocuğummuş gibi "tamam annem" diyip ağzına bir tane cips verdim sustu.

***

O sabah, sabahlardan bir sabah ben radyoda rol yapan adamları dinliyorum. Sedire yatmışım çınarların dallarını konuşan adamların kılığına sokuyorum. Bir yandan da keskin diş kardeşin ısırıp kızarttığı kolcağızlarıma üflüyorum. Isırıldıkça ve ağlamadıkça ablalığımı hissediyorum. Gözlerim gururlu gururlu süzülüyor dışarı elektrik direklerine takılı kalmış poşetlerle. Kardeşim yerde, anneannemin açık kalmış seccadesi üzerinde, tespihliğe takılı kalmış tespih ile oynuyor. Radyodaki öykülerden kopmuş, ablalığım hakkında kendi kendime koltuk kabartırken, bir "hıık" sesi geliyor kardeşimden. O an atlıyorum sedirden, yüzüne bakıyorum, yüzüme bakıyor anlamsızca, birkaç saniye birbirimize baktıktan sonra o anlamsız yüz kızarıyor ve şişen damarları fark ediyorum, "Anneeeeeeeeee!" diye çığlık atıyorum, tesbih dağılıyor, yerlere dağılmış boncuklar merdivenlerden aşağı yuvarlanıyor, annem elinde her ne varsa düşürüyor bir bir, "Noldu!" diye koşuyor üst kata alıyor kardeşimi kucağına, vuruyor sırtına, haykırıyor, ben kendimi merdivene atıyorum, korkuyorum, anlayamıyorum, anneannem koşuyor, kardeşimin boğazına kıvrılmış işaret parmaklarını sokuyorlar, bakamıyorum, sanırım kardeşim...ölüyor? Ölmek nasıldır acaba diye düşünüyorum. Kardeşimin ölümü nasıldır diye düşünüyorum, gözlerim biraz doluyor, sonra tek çocuk olmak geliyor aklıma, teyzemin o hediyeleri sadece bana alacak olması, belki kardeşimin hakkını da bana vermesi... Bir an için mutlu oluyorum, sadece bir an için sonra kafama vuruyorum, canımı acıtıyorum, ağlıyorum, salak diyorum kendime. Öyle ani öyle hızlı oluyor ki bunlar, hepsini hatırlamak için yavaşlatıyorum zihnimde. Merdivenden inerken bir takım teyzelerle çarpışıyorum yanımdan canhıraş geçen. Annem haykırmaya devam ediyor, gördüğüm en son sahne ters çevrilmiş bir halde domatesleşen kardeşim oluyor. Gülesim geliyor. Ağlıyorum.

***

Islak yastıklara uyanmayı hiç sevmedim. Ne ara uyudum bilmiyorum. Üstümü örten kimse de  olmamış üşümüşüm, burnum akıyor birazcık hemen rengini kontrol ediyorum. O anda geliyor aklıma neler olduğu, kalkıyorum hemen geziyorum evi kimse yok. Yalnız eve uyanmayı da hiç sevmedim. Sen uyurken neler olduğunu bilemezsin ve her şeyi kaçırmışsındır. Kapının önünden sesler geliyor, evin demir kapısının. Ayağıma büyük gelen bir çift terliği ayağıma geçirip açıyorum ağır kapıyı. 

Dayım orada, arkadaşlarıyla bekliyorlar bir arabanın önünde sessizce. Sigara içiyor hepsi. Hiçbiri gülmüyor. Acaba diyorum öldü mü kardeşim. Beni fark eden biri geliyor, beni kucağına alıyor. Ayağımdaki terlikler düşüyor. Dayımın en yakışıklı arkadaşı bu. Bana şefkat göstersin diye hemen gözlerimi dolduruyorum rüzgarın peydahladığı yaşlarla, sığınıyorum göğsüne, "Hişşştt geçti." diyor, saçlarımı okşuyor. "Geçti tabi geçti de neler oldu bir bilsem," diyorum içimden. Lacivert bir sigota yanaşıyor evin önüne. Sigaralar sönüyor. İçinde kahverengi örtülere sarınmış anneannem, gözlerinin altı şişmiş annem, annemin kucağında patates suratlı kardeşim. Kardeşim elden ele geziyor, annem beni yakışıklı abinin kucağından alıyor. "Kızım," diyor. "tesbih boşluğundan almış nefesini. Allah'ın işine bak." Ağlamaya başlıyor.

***

Rüyaları hayatımıza yordukça yorulduk. Ben de yoruldum annemin gördüğü rüyalardan. Rüyaları şaşırtamazsın ya. Annem üç diş bekliyordu ne kansız ne tükürüksüz eline dökülen üç diş.
Üç kişi bir araya gelince sevdiklerinden, birbirlerinden ayırdı durdu annem o hafta. Annem anneannem ben, ya da anneannem kardeşim ben çıkamıyorduk dışarı.

Derken haber geldi. Yengemin üç çocuğu geliyordu onu ziyaret etmeye, yola çıkmaları şerefine yengemin heyecanla yaptığı baklavaları bile yemiştik. Baklavalar kadar tatlı olmadı ama ziyaretleri, arabaları şarampole yuvarlanmış. Yuvarlandıkları yerin tam olarak neresi olduğunu anlamadım ama hepsi kötü durumdaymış. Evdekiler çok ağladı. Annem ağladı. Ama hep bildim ki annem rahatladı. Ölüm bize gelmiyordu çünkü, yengemin çocuklarıyla hiçbir zaman samimi olmamıştık; hiçbiri 'bizden' sayılmazdı. Zaten yılda bir görürdük ama, yengem için ağladık. Ölüm bu, ağlamaktan başka bir şey yapılmıyor. O gece annemle birlikte uyuduk, ne ben gark gurk sesler çıkardım ne o musluk açtı. Gelmeyen ölümü kendimiz getirerek rahat uyumuşuz o gece.

***

Sabah olduğunda haberler ben uyanmadan eve varmış. Yengemin çocuklarının ikisi yoğun bakımdan çıkmış. Birisi ölmüş. Geriye iki kişi kalıyordu. Yine tehlike vardı. Yine annemde, gördüğü rüyanın endişesi ve hüznü vardı. Yine diken üstündeydik.

Derken günler geçti, ne oldu ne bitti bilmiyorum ama toplandık gittik. Geride bıraktık ahşap-taş evimizi, ineklerimizi, sinimizi, merdivenlerimizi. Kaçtık gittik. Kaçtık diyorum çünkü duydum. Kaçtığımızı duydum.

Yeni evimiz, böcekli bir apartman dairesiydi. Mutsuzduk, hayal kuramıyorduk, teyzemden mektup alamıyordum, babam gelmemeye devam ediyordu, eski evi özlüyordum.

Sormayı akıl bile edemediğim sorularımla kalakaldım öylece senelerce. Sonrası silik bende; ama tatil saydığımın bir sürgün olduğunu sonraları öğrendim. O böcekli apartman dairesinde korktuğum gecelere, babamın olmayışına, babamın nerede oluşuna ilk defa ağladığım gecelere, annemin saçlarımı okşayarak "Geçecek kızım." dediği zaman katlanır oldum. Biz kaçtıktan, kimseler kovaladıktan, babamı aradıktan ve bulamadıktan sonra önemini yitirdi her şey hatırımda  Bir de rüya vardı tabi. Gittikçe hafifleyen yükü ama kendini unutturmayan gerginliğiyle ara ara nükseden o lanet rüyayı etkisiz kılmak için bir gece, yerde gezen iki hamam böceğini öldürdüm annemin gözleri önünde.

"Bu kadardı, işte bu kadar."

*Bu öykü Marşandiz Fanzin'in 7. sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yazmama'ya Dair - I

Koca Bey ve Titrek Fincan Hanım

A Walk To Remember